18 Aralık 2012 Salı

Fazıl Say'dan Mezopotamya Senfonisi


Geçtiğimiz Cuma akşamı, çok uzun zamandır yapmadığımız bir şey yaptık ve klasik müzik konserine gittik.

Borusan Filarmoni Orkestrası(BİFO) Fazıl Say'ın Hezarfen ve Mezopotamya adlı eserlerini çaldı. Müthiş bir geceydi.

Hezarfen; 2011 yılında bestelenmiş bir ney konçertosu. 1632 yılında henüz 23 yaşındayken Galata Kulesi'nden Üsküdar Meydanı'na uçan Hezarfen Çelebi'nin hikayesini anlatıyor. Hezarfen başarılı olur ama tutucu kesimi korkutur ve ertesi gün Cezayir'e sürülür. Henüz 32 yaşındayken hayata veda eder.

BİFO süper bir uygulama yapmış ve  Fazıl Say ile eseri anlattığı bir video çekmiş. Eserin hikayesini, enstrümanların önemini, hangi melodi ile neyi anlatmak istediğini anlıyorsunuz. Bu video benim aldığım keyfi katladı. Say, amacının film müziği gibi olayları gözümüz önünde canlandırmamızı sağlayacak kadar akıcı bir eser yaratmak olduğunu söylüyor.

Hezarfen çok güzeldi. Ney Hezarfen'in iç sesini anlatırken martı sesleri, korku, heyecan birbirine karıştı.

Mezopotamya'nın Acıklı Hikayesi

Ardından 2012 bestesi Mezopotamya Senfonisi geldi.  Başında yine bir açıklayıcı video vardı. Say tarih boyunca uygarlıklara evsahipliği yapmış Ortadoğu'yu iki kardeşin hikayesinde anlatmış. Savaşlar, tapılan ve korkulan Güneş ve Ay, suçsuz çocuklar ve bu toprakların vazgeçilmezi olan 'Ölüm Kültürü'


Senfonide çok enteresan aletler vardı. Özellikle melek sesini veren ve dünyada çok az çalınan theremin çok etkileyiciydi. Hiç bir teli gözükmeyen ve anlayabildiğim kadarıyla müzisyenin el hareketlerini algılayarak ses çıkartan bir alet.

Eserin başlamasından on dakika sonra şef Gürer Aykal aniden durdu ve aletin arızalandığını söyleyip tamiri için ilgilileri çağırdı. Eminim ömründen ömür gitmiştir. Neyse ki arıza giderildi ve eser en baştan tekrar çalındı. Mekanik olandan şaşmamak gerektiğini bir daha görmüş olduk :)

1700 koltuğun da dolu olduğu, çok başarılı bir konserdi. Borusan delice bir iş yaparak BİFO'yu destekliyor ve çok da başarılı bir iş yapıyor.

Fazıl Say gerçek bir dahi. Notalardan bir dünya kurgulamak, bir hikaye anlatmak ve duyguyu dinleyicilere geçirmek çok zor bir iş.

'Deneyim' son zamanlarda en çok kullanılan iş terimlerinden biri. Klasik müzik konserine gitmek de gerçek ve çok özel bir deneyim. Keşke bu deneyimi daha sık yaşayabilsem.



19 Kasım 2012 Pazartesi

'Doğu'dan Uzakta' Müthiş

Amin Maalouf'u çok severdim. İlk olarak 90'larda  'Afrikalı Leo' sunu okuyup hem şaşkınlığa düşmüş hem de çok beğenmiştim. Okuduğum tarihi romanlardan çok farklı, bambaşka bir dünyaydı anlattığı.

Ardından Hayyam'ın hikayesini anlattığı ' Semerkant' geldi. 'Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri' ise Maalouf'un araştırmacı yönünün ne kadar kuvvetli olduğunu ortaya koyan müthiş bir eserdi. Bildiğimizi sandığımız tarihi farklı bir açıdan okumamızı sağladı.

Fakat son yıllarda Maalouf'a mesafeli yaklaşmaya başldım. 'Beatrice'den sonra Birinci Yüzyıl' beni hayal kırıklığına uğrattı. 'Çivisi Çıkmış Dünya'yı ise yarım bıraktım.




Son hayal kırıklarıma rağmen 'Doğu'dan Uzakta' çıkınca resmen koşarak, gidip aldım. Ve çok, çok, çok beğendim.

Romanın kahramanı Adam, iç savaş nedeniyle genç yaşta ülkesini ve arkadaşlarını terk edip Fransa'ya yerleşmiş bir tarihçi. Aslında Amin Maalouf'un kendisi. Lübnan'dan Fransa'ya göç eden Maalouf romanda bir kere bile Beyrut ya da Lübnan adını kullanmıyor. Bu detay beni çok etkiledi. Hani, bazen eski sevgilinin adının geçmesi bile insanı dağıtır ya, aynen onun gibi Maalouf da vatanının adını anmak istemiyor gibi geldi.

'Gitmek mi zor, kalmak mı? '


Adam, eskiden en yakın arkadaşı olan Murad'ın ölüm döşeğinde olması haberi üzerine Doğu'ya döner. Ölmeden önce onu görmeye yetişemez ama hemen de geri dönmez. Ve ülkesiyle, gençliğiyle  16 günlük bir yüzleşme yaşar.

Üniversitede kendilerine 'Bizanslı' dedikleri bir grupları vardır ve 25 yıl içinde bu grup ülkenin ve dünyanın farklı yerlerine savrulmuştur. Adam, kimi Brezilya'da, kimi Amerika'da kimi de Doğu'da bir manastırda olan eski arkadaşlarıyla iletişime geçer ve hepsini Murad'ın anısına biraraya getirir.

'Doğu'dan Uzakta' benzerlerini okuduğumuz bir geri dönüş ve geçmişle yüzleşme kitabı. Fakat sorduğu sorular, tespitleri ve özellikle üslubu o kadar güzel ki insan elinden bırakamıyor. Burada yazar dışında çevirmen Ali Berktay'a da teşekkür etmek lazım.

'Geçmiş geri gelir mi?


Kitap sembollerle dolu. Kahramanların adlarından, Adam'ın biyografisini yazmak istediği Atilla'ya kadar pek çok farklı sembol üzerine düşünmek lazım.

Kitaplardan alıntı yazmayı çok sevmiyorum ama bu kitaptan bazı bölümleri almak istedim.

...'Ben ne zenginlerin miyopluğundan, ne açların körlüğünden mustarip olduğu için dünyaya bilinçli bakabilen orta tabakadanım'...

Atilla ile ilgili... 'O, göçmenin ilk örneğidir. Ona, 'Artık bir Roma yurttaşısın' deselerdi, bir togaya sarınır, Latince konuşmaya başlar ve imparatorluğun silahlı kuvveti olurdu. Ama ona :' Sen bir barbar ve dinsizden başka bir şey değilsin' dediler ve o da ülkeyi yakıp, yıkmaktan başka bir şey düşünemez oldu' ...

...'Ben nasıl iki vatan arasındaysam, aynı şekilde inançla inançsızlık arasındaydım, kah birine kah diğerine yaklaşıyorum, ama hiçbirine ait değilim. En çok, bir din adamının vaazını dinlediğimde kendimi inançsız hissediyorum; ne zaman kutsal bir kitaptan alıntı yapılsa zihnim isyan ediyor, dikkatim dağılıyor, dudaklarımdan beddular dökülmeye başlıyor. Ama dinsel olmayan bir cenaze törenine katıldığımda da, ruhum üşüyor ve içimde Süryani ya da Bizans ilahileri, hatta Aquino'lu Thomas tarafından söylenen eski 'Tantum ergo'yu söyleme isteği doğuruyor..

'Doğu'dan Uzakta' bu coğrafyadaki herkesin sorduğu soruları soruyor.

'Gitmek mi zor kalmak mı? 'Kanlı bir savaşta temiz kalmak mümkün mü? ' Farklı dil ve kültürler birarada yaşayabilir mi?' 'Ortadoğu'da barış mümkün mü?

Peki, soruların cevabı kitapta var mı? Onu da her okur kendisi bulmalı.

25 Eylül 2012 Salı

İstanbul'u Tanımak İçin

'İstanbul'u tanıyorum' diyebilmek çok zor. Hele benim gibi sürekli kendinden şüphe eden bir insansanız çok daha zor.

Çünkü İstanbul eski, girift ve çok katmanlı. Bir yerden başlayınca, nereye gideceğinizi bilemiyorsunuz. Öğrenmeye dalıp, hikayelerin ve bilginin peşinde dolaşıp duruyorsunuz.

En basit örnek Ayasofya. Önce  kilise, sonra cami şimdi de müze.Constantinople'dan Konstantiniyye'ye oradan da İstanbul'a uzanan yolculuğun en önemli tanığı.  Mimari özellikleri bile yeterince etkiliyken onunla ilgili efsaneler, içinde geçen olaylar onu apayrı bir varlığa çeviriyor. İstanbul'un Hristiyan, Müslüman sonrasında da laik dönemini simgeliyor.

İstanbul, İstanbullular oldukça var, onlarla yaşıyor.Bizans ve Osmanlı dönemindeki etnik çeşitlilikle zenginleşiyor, imparatorluk başkenti olarak dünyayı yönetiyor.

İstanbul hakkında okumayı çok seviyorum. Sadece tarihini değil, yaşayanların hikayelerini, sosyolojik değişimlerini de okumak istiyorum.




Tesadüf eseri aldığım Peter Clark'ın yazdığı 'İstanbul' kitabını çok beğendim. Seyahat ve kültür yayıncılığı üzerine uzmanlaşan Interlink Books'un 'Cultural History' serisinden çıkmış. Seride New York, Roma gibi başka büyük şehirler de var.

Kitap ne bir rehber kitap, ne de tarih kitabı. İkisinin karışımı. Büyük Konstantin'in şehri kurduğu tarihten günümüze kadar İstanbul'un gelişimini okuyorsunuz. Ama kuru kuruya bir anlatım değil bu. Osmanlı ve Bizans'ın benzerliklerinden, AKP'nin şehircilik politikalarına, 4 kuşak Osmanlı'ya hizmet eden Balyan ailesinden 1915 olaylarına kadar çok farklı konularda hikayeler biraraya geliyor.

İstanbul hikayelerle örülü


Bir sürü bilgi ve enteresan hikaye kitapta editöryal başarı ile son derece akıcı bir dille anlatılmış. Kiril alfabesinin adının Hristiyanlığı Balkanlara yaymak için gönderilen ve bölge için bir alfabe geliştiren   Bizanslı papaz Kiril'den geldiğini bu kitaptan öğrendim. Çırağan Sarayı'nın türbeler üzerine yapıldığını ve sarayda ardı ardına gelen felaketlerin bu saygısızlığa bağlandığını da.

Bizans ile Osmanlı arasındaki benzerlik ve geçişler her okuduğumda beni etkiliyor. Çok kültürlü ve çok dinli iki imparatorluk aynı topraklar üzerinde çok uzun yıllar hüküm sürdü. Köken değil, yetenek ve sadakat önemliydi. Osmanlı yönetime dair pek çok geleneği Bizans'tan aldı. Bizans hem bizim hem de Batı'nın çok uzun bir dönem görmezden geldiği fakat çok çok önemli bir medeniyet.

İttihat ve Terakki'nin iktidara gelişi, Birinci Dünya Savaşı ve işgal yılları İstanbul'un görkemini yitirmesine neden olan yıllar. Kurtuluş Savaşı'nın ardından kurulan Cumhuriyet ise İstanbul'a küs ve kırgın. 1990  sonrası ise büyük göç dalgası ve dünyaya açılma ile yepyeni bir dönem başlıyor. Yazar, şaşırtıcı derecede hakim yeniliklere ve ilginç detaylara. Futbolun üç büyüklerinden, Koç ve Sabancı ailesine kadar İstanbul için önemli pek çok detay var kitapta.

Kitap çok zengin ayrıntılarla dolu. İstanbul ve tarih meraklıları için okuması zevkli bir kitap. Bu kitabı rehber kitap olarak değil, İstanbul'u daha yakından tanımanızı sağlayacak bir kitap olarak görmelisiniz. Mekanlar, olaylar ve kişiler hakkında önceden bir miktar bilgi sahibi olmanızda fayda var.

Ben Remzi Kitabevi'nden almıştım. Bulamazsanız Amazon'dan alabilirsiniz. Umarım yakın zamanda Türkçe'ye de çevrilir.

28 Ağustos 2012 Salı

The Original Mad Man: David Ogilvy

Biyografi okumaya devam ediyorum. Bu aralar iş nedeniyle reklam ve pazarlama konularına merak sardım. En baştan başlamak için de ilk olarak  modern reklamcılığın kurucularından David Ogilvy'nin hikayesini okudum.



Kenneth Roman'ın yazdığı 'Reklam Dünyasının Kralı; David Ogilvy' Ogilvy hakkında yazılan kitaplardan sadece bir tanesi. Ogilvy'nin kendi yazdığı ve her biri best-seller (ve de long-seller olan) kitaplar dışında onun hakkında da pek çok kitap var.

Ogilvy reklam dünyasında olanlar için çok tanıdık ve mühim bir isim. Modern reklamcılığın doğduğu 50'li yıllarda reklam ve pazarlama dünyasına yön vermiş hatta pek çok kavramı yaratmış biri. Yaptığı ünlü kampanyalar dışında, prensipleri, kuralları ve egsantrik kişilik özellikleriyle de tanınıyor.

Aşçı+Araştırmacı+Casus+Çiftçi= Reklamcı


Hayat hikayesi ise maceralarla dolu. 1911'de İskoç asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğan Ogilvy zeki fakat hastalıklı bir çocuk olarak büyüdü. Oxford'a burslu olarak kabul edilmesine rağmen başarılı olamayıp, bırakmak zorunda kaldı. Ve aşçılık yapmak için Paris'e gidip, Majestik Otel'in mutfağında bir yıl boyunca çalıştı. Çok alakasız gibi gözüken bu iş ona mükemmelliyetçilik, takım ruhu, çok çalışma ve yönetim konusunda çok şey öğretti.

İngiltere'ye dönünce o zaman yeni olan sonradan efsane haline gelen AGA ocakları satış temsilcisi olarak çalıştı. Sıcak satışın içinde olarak müşteriyi yakından tanıdı. AGA için yazdığı satış el kitabı hala bu alandaki en önemli eserlerden biri sayılıyor.


AGA'dan  sonra ağabeyinin çalıştığı reklam ajansında işe başlar ve 1938'de ajansın onu ABD'ye, yeni açılan araştırma şirketi GALLUP'a göndermesini sağlar. GALLUP o zaman için son derece yeni olan anket ve kamuoyu yoklaması işi yapmaktadır. David Ogilvy bu sayede müşteriyi tanımanın yeni yollarını keşfeder.

İkinci Dünya Savaşı sırasında genç Ogilvy'nin kariyerinde yeni bir sayfa açılır; Casusluk. Ogilvy İngiliz İstihbarat Örgütü'nün ABD'deki bölümünde yer alır. Şefi Ian Fleming'in James Bond karakterini yaratırken ilham aldığı William Stephenson'du.

Savaş bittiğinde Ogilvy  teknoloji ürünleri ( buna elektrik, araba ve hatta  çengelli iğne de dahil) kullanmayan Amish'lere yakın bir arazi alarak çiftçilik yaptı.

Sene 1949 olduğunda ise kanına bir şekilde bulaşan reklamcılık virüsü açığa çıktı ve David Ogilvy İngiliz Mather and Crowther ajansının New York bürosu olan Ogilvy, Benson and Mather'ı kurar.

Tüketicinin zekasına saygı duyan reklamcı


Satış bilgisi, tüketiciyi tanıması, bilgiye ve araştırmaya önem vermesi, çalışkanlığı, mükemmelliyetçiliği ile ile reklam dünyasında bir çığır açar.

Reklamın mutlaka satış kaygılı olmasını ister. Ünlü kullanımına ve komikliğe dayanan reklamlara karşıdır. Basit gözüken, büyük fikirlere ve tüketiciye bilgi vermeye inanır.

Reklam tarihine geçen prensipleri vardır. Bazıları şunlar:

  • Tüketici moron değildir,o sizin  karınızdır.
  • Satmıyorsa, yaratıcı  değildir.
  • Tüketici bulaşık deterjanını reklamı komik diye değil, ona bir fayda sunduğu için satın alır.
  • Ajansınızla yaratıcılık yarışına girmeyin. Bir köpek sahibiyseniz, neden kendiniz havlayasınız ki?


 
Yaptığı Hathaway gömlekleri, Dove sabunu, Rolls Royce arabaları ve Schweppes reklamları ile satışları katlar, markaları kült hale getirir. Ajans büyür, Türkiye de dahil tüm dünyaya yayılır. Ardından da WWP'ye satılır.

Prensipleri olan reklamcı


Ogilvy kimsenin o zamanlar bahsetmediği markalaşmanın öncüsü olur ve yapılan her reklamın şirket imajına ve markasına katkıda bulunan küçük bir parça olduğunu savunur.


Çok çalışkandır ve sürekli işi iyi yapamayacağının hatta parasız kalacağının korkusunu yaşar. İşine aşkla bağlı olmanın, işine inanmanın, hatalardan öğrenmenin timsalidir. İyi hizmet veremeyeceğini düşündüğü ya da sevmediği müşterileri reddeder.

David Ogilvy üç kez evlenir ama asıl olarak işiyle evlidir. Yaratıcı kampanyalarla ilgilenmeyi bıraktıktan sonra ajans yönetimi, reklamcılık, yaratıcı yazarlık üzerine yazmayı ve ajansını yönlendirmeyi sürdürür. Bildiriler, manifestolar yazmaya devam eder. Şirket içi eğitimler ve iyi insan kaynağını mutlu ve verimli kılmak öncelikleridir. Eğlenilmeyen yerde, iyi iş çıkacağına inanmaz.





Kitap, reklamcılık dünyasına giriş yapmak isteyen benim için idealdi. Çevirisini biraz takır tukur bulsam da rahat okudum. Sanki bin yıldır varmış gibi davrandığımız reklamcılık, marka, imaj gibi kavramların topu topu 50 yıllık bir geçmişi olduğunu hatırlamak ve evrimini görmek de çok öğreticiydi.

Ogilvy'nin öyküsü sadece bir reklamcının değil başarının da hikayesi aynı zamanda. Bu öykülerin ortak noktası ise bana göre;  çok çalışmak, hiç bitmeyen merak, farklı alanlarda edinilen deneyimleri bir potada eritebilme ve tabii ki yetenek.





17 Ağustos 2012 Cuma

Ayfer Tunç'tan Memleket Hikayeleri


Ayfer Tunç yeni kitabını sabırsızlıkla beklediğim yazarlardan. Onunla aynı dönemde yaşadığım ve Türkçe yazdığı  için şanslı kabul ediyorum kendimi. Tevazusunu, sadece işiyle ortada olmasını ve çalışkanlığını beğeniyorum.

Ayrıca çok da şaşırıyorum ona. Farklı tekniklerle, farklı tarzlarda yazabilmesi şaşırtıyor beni. Hem roman, hem hikaye hem de deneme yazıyor ve hepsini (bana göre) iyi yazıyor.



 Ben de genel çoğunluk gibi 'Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek' adlı anı kitabıyla tanıdım onu. 70'li yıllardaki hayatımızı, naif çocukluk ve gençlik anılarımızı yazmıştı. Ağlak bir nostalji kitabı değil, geçmiş albümlere gülümseyerek bakmak gibiydi.



Sonra 'Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi'ni okudum. Bu kitap bence son on yılın en başarılı kitaplarından biri. Hikayelerin ve karakterlerin  birbirine bağlandığı bir sarmal adeta. Her karakter ayrı bir kitap konusu olacak kadar zengin. Ve de çok, çok komik. Hem sürükleyici, hem komik hem de alttan alta tespitlerle dolu bir roman karşımıza çok sık çıkmıyor. Kitapları tekrar tekrar okumak adetim değildir ama 'Deliler Evi'ni tekrar okumak istiyorum.



Ardından Ayfer Tunç 'Yeşil Peri Gecesi'ni yazdı. Eğlencelidir diye bir heves başlayan ben; çarpıldım. Nasıl acıklı bir aşk ve arkadaşlık hikayesi. Şiirli, müthiş bir dil, kopuk kopuk anılardan oluşan çarpıcı bir zincir. Aile dramları, yatılı okullar, güzelliğin zehri, unutulmayan aşklar. Şimdi tekrar düşününce bile kalbim acıdı. Muhakkak okunmalı. Şurada Ömer Türkeş'in kitapla ilgili yazısı var.



Son olarak da 'Memleket Hikayeleri' çıktı. Refik Halit Karay'a hem ismiyle hem içeriğiyle göndermeler yapan bu kitap şimdiye kadar olanlardan farklı. Yarısı deneme, yarısı hikaye. Memleket fikri, aynı memleketli olma, taşra hayatı üstüne hem tespitler hem de hikayeler var. Taşra duygusu, küçük insanların faşizmi, tarihe bakışımız hakkında yazmış.

Bayramda memlekete giderken ya da dayınızı ziyaret ederken hissettiklerimize tercüman olmuş Tunç.

 Diğer kitapları arasında en çok 'Bir Maniniz Yoksa...'ya benziyor.

Şurada Ayfer Tunç'la memleket üzerine yapılmış bir söyleşiyi okuyabilirsiniz.

Şimdi hem Ayfer Tunç'un yeni kitaplarını bekliyorum hem de okumadığım kitapları bitirerek, Tunç külliyatını bitirmeyi hedefliyorum.


13 Ağustos 2012 Pazartesi

Osman Hamdi Bey'in Romanı; Kaplumbağa Terbiyecisi




Bu aralar şansım biyografilerden açıldı. Haftasonu Emre Caner'in yazdığı 'Kamplumbağa Terbiyecisi: Osman Hamdi Bey'in Romanı' nı okudum.

Osman Hamdi Bey son on yılda hayli tanınmış bir isim haline geldi. Kitaba adını veren 'Kamplumbağa Terbiyecisi'nin rekor sayılan bir fiyata satılması Osman Hamdi'nin ismini en çok duyuran faktör oldu. İki versiyonu olan bu meşhur resmin ilk versiyonunu Pera Müzesi'nde görebilirsiniz.


Osman Hamdi Bey ilk Osmanlı ressamlarından biri olmak dışında pek çok ilke daha imza atmış. Günümüzde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi olarak bilinen Sanayi-i Nefise Mektebi'ni kurmuş. İlk Türk arkeologu olarak çalışmış. Nemrut'u dünyaya tanıtmış. Sayda'da kazılar yapmış ve şu anda Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen İskender Lahiti başta olmak üzere pek çok önemli eseri bulmuş.

Ayrıca Arkeoloji Müzesi'ni de kurarak Türkiye'ye çok önemli eser kazandırmış.

Hayatı bu kadar çok yönlü olan Osman Hamdi'nin kitabı su gibi akıp gidiyor. Paris'teki öğrencilik yılları, Bağdat'ta Meşrutiyet'in kurucusu Mithat Paşa ile geçen zaman ve ardından İstanbul'daki çalkantılı ama verimli yıllar.

Osman Hamdi Bey'in ailesi de Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye'sine yön veren ailelerden biri.

Osman Hamdi Bey'in babası İbrahim Edhem Bey Sakız Adası'ndan bir Rum. Küçük bir çocukken yetim kalan İbrahim Edhem bir Osmanlı Paşası tarafından evlat edinilip, yetiştiriliyor. Batı'ya eğitime gönderilen ilk dört öğrenciden biri olan İbrahim Edhem Paris'te kuduz aşısının mucidi Pasteur'un sınıf arkadaşı olur. Hatta sınıf birinciliği için Pasteur ile yarışı ve onu geçer.

İstanbul'a döndükten sonra da kalan ömrü boyunca Osmanlı'ya hizmet eder. Sadrazamlık başta olmak üzere pek çok görevde bulunur.






Osman Hamdi de hayatını sanata, arkeolojiye ve Osmanlı'ya adıyor. Çok yönlü bir aydın olan Osman Hamdi yaşadığı topraklara 'medeniyeti' getirmeye çalışıyor. Osmanlı'nın neredeyse can çekiştiği zamanlarda resim, arkeoloji gibi lüks hatta günah görülen kavramları tanıtıyor.

Kitapta Şeker Ahmet Paşa, Mithat Paşa, Ahmet Mithat gibi tarihi karakterleri de tanıyoruz. Abdülaziz ve Abdülhamit yönetimindeki Osmanlı'yı ve geçirdiği zor zamanları okuyoruz. Tüm dünyanın dönüşüm geçirdiği yıllardaki Osmanlı'yı anlamaya çalışıyoruz.

Benim en çok ilgimi çekense bu kitap sayesinde tanıdığım Levanten Mimar Vallaury oldu. Arkeoloji Müzesi mimarı olan Vallaury'nin Pera Palas, Emek Sineması, Karaköy'deki Osmanlı Bankası( Günümüzde Garanti Bankası Salt Müzesi), Düyun-u Umumiye (Günümüzde İstanbul Lisesi), Haydarpaşa'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ( Günümüzde Marmara Tıp Fakültesi) nin de mimarı olduğunu bilmiyordum.

Nefis binalar hepsi de. Bu şehirde ne çok kaybolup gitmiş isim var.  Keşke onların da hayatı yazılsa.

Kaplumbağa Terbiyecisi bir Osmanlı aydınını ve dönemi tanımak için güzel bir eser. Çok rahat okunuyor. İdeal bir tatil kitabı.

7 Ağustos 2012 Salı

Babıali Tanrıları:Simavi Ailesi

Biyografi okumak keyifli bir iş. Hele iyi yazılmış biyografiler tadından yenmez. Hem bir dönemi öğreniyorsunuz hem de kimi zaman kurgudan çok daha şaşırtıcı hayatları takip ediyorsunuz. Resmi tarihin gizlediği sırları ya da tek boyuta indirgenmiş karakterleri öğreniyorsunuz.

Anglosaksonlarda biyografi yazarlığı ayrı bir edebiyat dalı. Otobiyografi ve biyografiler hem çok yazılıyor hem de çok okunuyor. Misal Walter İsaacson'un yazdığı son Steve Jobs biyografisi hem Türkiye'de hem dünyada çok sattı, çok konuşuldu. Gerçekten çok detaylı araştırılmış ve çok akıcı yazılmış bir kitaptı. Jobs'un enteresan kişiliği ve farklı yönleri teknolojiyle hiç ilgisi olmayan kişileri bile çekiyordu.



Türkiye'de de biyografi son dönemlerde ilgi görmeye başladı. Ayşe Kulin 'Füreya' ile geniş kitlelere ulaştı. Faruk Bildirici siyasi kişiliklerin insani boyutlarını ortaya koyan kitaplar yazdı. Murat Bardakçı 'Şahbaba' ve 'Neslişah' ile Osmanlı hanedanının hiç bilinmeyen yönlerini yazdı. İpek Çalışlar 'Latife Hanım' ve 'Halide Edip' ile bu güçlü kadınları resmi tarihin onlara çizdiği kalıplardan çıkarttı.



Son olarak İrem Barutçu'nun yazdığı 'Babıali Tanrıları:Simavi Ailesi'ni okudum. Kitap tek bir kişinin değil, Sedat Simavi'den başlayarak oğulları Haldun ve Erol Simavi ile devam eden bir Simavi ailesinin hikayesi.


Malzeme müthiş. Osmanlı'nın son döneminde gazeteciliğe merak salan Sedat Simavi ile başlayan yayıncılık sevdası onlarca dergi, gazete girişiminden sonra amiral gemisini Hürriyet'in oluşturduğu dev bir yayıncılık grubuna dönüşüyor. Baba Simavi, 69. girişimi olan Hürriyet başarısız olursa intihar etmek için cebinde zehir taşıyacak kadar tutkulu gazeteciliğe.

Onun erken yaşta ölümünün ardından oğulları Haldun ve Erol yönetime geçiyor. İkisi de ilginç karakterler. Erol Simavi gece hayatına ve güzel kadınlara çok meraklı bir erkek. Gönül Yazar'dan çocuk sahibi oluyor, Nükhet Duru ile tutkulu bir aşk yaşıyor.

Hürriyet yenilikçi ve çok satan bir gazete olunca,sahiplerine büyük güç ve itibar getiriyor. Politikacıları, devlet adamlarını yönlendiriyorlar. İki kardeş anlaşamayınca ağabey Haldun Simavi ayrılarak Günaydın gazetesini kuruyor.

Cesur fakat eksik bir kitap

Karakterler, olaylar ve dönem son derece ilginç. Fakat kitap iyi yazılmamış. Yazar İrem Barutçu pek çok önemli kaynağa ulaşamadığını kendisi itiraf ediyor. Hatta bu kitabı yazmaması konusunda üstü kapalı tehditler aldığını da söylüyor. Fakat kaynaklar yetersiz olunca biz olayların aslını öğrenmekte zorlanıyoruz. Kim doğru söylemiş, gerçekten ne olmuş bilinmiyor.

Çok malzeme olunca kimi bölümler çok hızlı geçilmiş, derinliğe inilmemiş. Mesela Simavi kardeşlerin büyük gazeteci olduğunu biliyoruz ama bu hiç bir örnekle anlatılmamış. Hangi haberi nasıl görmüşler, nasıl fark yaratmışlar bilmiyoruz.

Simavi Kadınları; Çiğdem ve Belma Simavi

Kardeşlerin eşleri de enteresan kadınlar. Haldun Simavi'nin ikinci eşi Rahmi Koç'un ilk eşi ve üç oğlunun( Mustafa, Ömer, Ali) annesi Çiğdem Simavi. Kitapta ailevi bilgiler dışında çok detay yok hakkında. Keşke onun hayatı yazılsa. Türkiye'nin değişimine tanıklık etmiş bir kadın olarak hayatı eminim çok ilginçtir. Erol Simavi'nin eşi Belma Simavi ise yıllarca onu başka kadınlarla aldatan Erol Simavi'den ayrılmayan, hatta Gönül Yazar'dan olan kızı Yasemin'i kabullenip, koynunda uyutan bir kadın.

Politikacıları yolcu, gazetecileri hancı olarak gören Simavi kardeşlerin müthiş bir gücü olduğu gerçek. Yıllarca kırmızı pasaportla dolaşan Erol Simavi, Başbakan Turgut Özal'ı azarlayıp Hürriyet gazetesinin satışını yapması durumunda satıştan yüzde on pay vermeyi teklif edecek kadar rahat.

Aile  otellerde, yalılarda, teknelerde geçen şaşaalı hayatın yanında çok büyük acılar da yaşıyor. Haldun ve Erol Simavi birer oğullarını çok genç yaşta, çok talihsiz şekillerde kaybediyor. Bu kayıplar imparatorlukları için sonun başlangıcı da aynı zamanda.

Babıali'ye Asil Nadir başta olmak üzere büyük sermayenin girmesi, Dinç Bilgin'in Sabah'ı kurması, Özal'ın basın üzerindeki baskıları Simavi döneminin sonunu getiriyor.

Önce Haldun, sonra Erol Simavi basın dünyasından çıkıyor. Bir dönem bitiyor, sırlarıyla beraber kapanıyor.

Basın-İktidar ilişkisi her dönem gergin

Kitap, basın-iktidar ilişkisini görmek açısından da enteresan. Fakat o kadar çok açık nokta var ki. Dip notların bir kısmı neden ana kitap içinde değil, anlaşılmıyor.

Kitap, Türk basın tarihini yakından tanımak için iyi niyetli bir girişim. Eminim eksiklerin hepsinin de mantıklı açıklamaları vardır. Ama basit bir kronoloji, Türkiye tarihiyle ilgili açıklamalar, büyük olaylarda Hürriyet'in duruşu gibi eklemelerle kitap daha derli toplu hale getirilebilirdi.

Tüm bu eksiklerine rağmen İrem Barutçu'nun 'Simavi Ailesi' kitabı önemli bir kaynak. Hem okurların, hem gazetecilerin hem de iktidar sahiplerinin yararlanacağı önemli dersler var.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Hakan Günday Çarpıcı ve Akıcı Yazıyor

Hakan Günday adını geçtiğimiz yıl çok duymuştum. Fakat daha klasik yazarlardan okumadığım çok roman varken yeni birilerini okumaya çok heves etmemiştim.

Fakat çok farklı zevklere sahip iki arkadaşım, bir hafta içinde Günday'dan bahsedince denemek farz oldu.



Okuduğum ilk Hakan Günday kitabı 'AZ'dı. Beni neyin beklediği hakkında hiç bir fikrim yoktu ve ilk sayfada hatta ilk üç satırda çarptı beni kitap.

Çok sert, çok hızlı, vahşete varan bir gerçekçilikle yazılmış bir roman 'AZ'. Çok farklı dünyalarda yaşayan iki Derda'nın birleşen hikayesi. Yatılı bölge okullarından, tarikat şeyhlerine, Londra'nın yeraltı barlarından Oğuz Atay'a uzanan  tempolu bir roman.

Çarpıcı ve akıcı bir kitap. Fakat edebi açıdan tam adlandıramadığım bir zayıflığı var. Sanırım bir taraftan çok gerçek,  bir taraftan da çok gerçeküstü olmasından kaynaklanıyor. Hikayenin tümü ve sonu arasında bir tutarsızlık var gibi. Ama yine de genel olarak beğendim.

Filmi yapılsa da çok tutabilir.



Ardından ikinci Günday romanım 'Malafa' geldi. AZ'dan önce 2005'te yazılan Malafa Antalya'daki dev mücevher merkezi Topaz'da geçiyor.

Topaz'ın en iyi tezgahtarlarından Kozan'ın ağzından tezgah atmayı,satmayı ve satın almayı dinliyoruz. Bu arada satış jargonunu da öğreniyoruz. Kendine has ve hayli argo bir dili var bu dünyanın.

 Turizm eleştirisi olarak görülse de esas olarak günümüz tüketim toplumunu anlatıyor Günday. Sadece mücevherlerin değil, insanların kendini sattığı, sürekli tezgahların atıldığı ve taktiklerle yaşanan bir dünyadayız. Tezgahı kurarken tezgaha gelmek de var bu dünyada.

İki roman farklı tekniklerle yazıldığı için Günday'a saygım arttı. Çalışkan, dolu ve kendini yenileyen bir yazar olduğunu düşündüm.

En yakın zamanda diğer kitaplarını da okumak istiyorum.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Tatil Okumaları: Imperium



Okuyan anne'ye bir süredir ara verdim. İş değişikliği, tatil, yaz rehaveti gibi pek çok nedenim var aslında ama hiçbiri çok severek yazdığım blogumu ihmal etmem için yeterli olmamalı.

Arayı daha fazla açmayalım diyerek yine yazmaya başlayayım.

Tatilde kitap okumaya fırsatım oldu. İki çocukla nasıl kitap okunuyor diye soranlar için cevabım şu:
' Her fırsat bulduğumda okumaya çalışıyorum. Çocuklar öğle uykusundayken (eğer ben uyumamayı başardıysam) denize girerken ya da parkta oynarken kitabım hep açık. Tabii, okuduğunuz kitabın sürükleyici olması da çok önemli.

En güzel tatil kitabım; Robert Harris'in 'Imperium' uydu. 'Imperium' ünlü Romalı hatip ve devlet adamı Cicero'nun hayatını anlatan üçlemenin ilk kitabı. İkincisi Conspirata.(Bazı ülkelerde Lustrum adıyla yayınlanmış).  Üçüncüsü henüz yayınlanmadı.

Bloga fazla yazamasam da geçen sene Bizans konusunda okumaya başlamıştım. Tabii ki Bizans'ı Roma'dan tamamen ayrı düşünmenin imkanı yok. Roma hakkında da yavaştan okumaya ve araştırmaya başlamıştım. Hatta şuradaki süper siteden Roma Tarihi podcast'lerini dinlemeye başladım. Daha 12. bölümü bitirebildim, o ayrı :)

Roma tarihi, devlet yapısı ve hukukunu öğrenmek çok zevkli ama tabii ki zaman ve emek istiyor. Ben çok genel hatlarla bir giriş yapmaya çalışıyorum. Dünyayı şekillendirmiş ve etkileri hala hissedilen bir devletin işleyişini öğrenmek bana müthiş bir keyif veriyor. Bu konuya zaman ayırabilmeyi gerçekten çok isterdim.

Robert Harris gazetecilikten geldiği için çok işlek yazabilen ve karmaşık durumları bile kolay anlaşılır şekilde anlatabilen bir yazar. Buraya daha önce politik gerilim türündeki romanı 'The Ghost Writer'ı yazmıştım.

Imperium da aslında tarihi-politik-gerilim romanı sayılabilir. M.Ö 70 yıllarında genç ve hırslı avukat Cicero'nun  Roma'nın karışık ve tuzaklarla dolu politik arenasındaki maceralarını okuyoruz.



Kitap, Cicero'nun sadık sekreteri ve kölesi Tiro'nun ağzından yazılmış. Sekreteri çok ve hızlı konuşan Cicero'nun konuşmalarını kaydedebilmek için tarihteki ilk stenografi sistemini bulmuş.

Cicero, Yunan kültürüne ve felsefesine hayran. Gençken Atina başta olmak üzere ünlü felsefe okullarına gitmiş ve hitabet başta olmak üzere eğitim almış.

Çok yetenekli ve hırslı bir avukat olan Cicero'nun politik arenadaki manevralarını kimi zaman kalbimiz ağzımıza gelerek takip ediyoruz. Roma'nın kompleks yönetim biçimi, seçim aşamaları, güç dengelerini de arka planda öğreniyoruz.

Romanın diğer karakterleri de çok tanıdık. Crassus, Pompey ve henüz gücünün doruğuna ulaşmamış Sezar.

Çıkar ilişkileri, büyük güç savaşları, ilkeler, hukukun üstünlüğü ve gelenekler... 2000 yıl önce de günümüzdeki çatışmaların tümü yaşanıyormuş. Tarihi kitap ya da roman okumanın en zevkli yanı da bu bence. Geçmişe bakarak bugunü daha iyi anlamak.

İngilizce bilenlere ve tarih sevenlere kesinlikle tavsiye ederim.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Benim Büyük Hayalkırıklığım; Sultanı Öldürmek




Ahmet Ümit'i yazar ve kişi olarak çok severim. Yazdığı tüm romanları, çocuk kitapları da dahil olmak üzere okudum sanırım. Favorilerim ise 'Kukla', 'Patasana' ve 'Aşk Köpekliktir'. Temiz Türkçesi, işlek kalemi ve kurgusunu severim. Özellikle tarih bilgileri içeren romanlarını da tarihe ilgimden dolayı merakla okurum.

Kişi olarak sevmemin nedeni ise kendisiyle zamanında yaptığım röportajlarda konuşkan, içten, paylaşmayı seven, samimi bir insan olduğu hissine kapılmamdır. Ahmet Ümit'te bir şey öğrendikçe sevinen, onu sabırsızlıkla paylaşmak isteyen, ağzı dolu dolu anlatan, birileri anlattıklarıyla ilgilenince mutlu olan bir insan gördüm ben.

Her kitabının çıkışını sabırsızlıkla bekledim. Son kitabı 'Sultanı Öldürmek'i de.

Çıkar çıkmaz da aldım. Ve heyecanla okumaya başladım.

DİKKAT: AĞIR SPOILER İÇERİR



HIZLI BAŞLANGIÇ, DAĞINIK SON

Kitap gayet hızlı başladı. Ana kahramanımız tarihçi Müştak Serhazin, 21 yıl önce onu terkeden büyük aşkı Nüzhet'i evinde ölü buldu. Dünya çapında ünlü bir tarihçi olan Nüzhet, onu Amerika'ya gitmek için terketmişti.

Müştak yaşadıklarını zaman zaman unutmasına neden olan psikojenik füg hastalığından muzdarip. Nüzhet'i bulduğunda da olayın öncesinde yaşadıklarını hatırlamadığı için cinayeti kendisinin işlediğini düşünüp paniğe kapılıyor ve olaylar gelişiyor. Soruşturmayı Ümit'in diğer romanlarından tanıdığımız Komiser Nevzat ve ekibi yürütüyor.

Kitaptaki Sultan nereden geliyor derseniz, Nüzhet ve Müştak Fatih dönemi uzmanları. Nüzhet'in son dönemde Fatih üzerinde çalışması ve baba katilliği ile ilgili araştırmalar yapıyor olması cinayetin bu araştırmayla bir ilgisi olduğu şüphesini doğuruyor. Ayrıca Nüzhet sapında Fatih'in tuğrası bulunan bir mektup açacağı ile öldürülmüştü.

Biz de hem cinayet soruşturmasını takip ederken hem de Fatih dönemiyle ilgili detaylı bilgiler öğreniyoruz. Bilgileri Müştak ve (bana İlber Ortaylı'dan esintiler taşıdığını düşündüren) hocaların hocası Tahir Hakkı veriyor.

Fatih'in çocukluğunu, babası İkinci Murad'la gerilimli ilişkisini, 12 yaşında tahta çıkıp sonradan inmek zorunda kalmasının üzerindeki etkilerini okuyoruz. Fatih'in İstanbul'u fethetme arzusunun arkasındaki nedenleri, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile satranca benzer büyük iktidar oyunu oynamasını görüyoruz. İkinci Murad ve Fatih'in ölümleriyle ilgili şüpheleri de öğreniyoruz.

Hatta İstanbul'un fethini neredeyse gün gün okuyoruz kitaptan. Bu açıdan özellikle tarih bilgisini artırmak isteyenler için faydalı bir kitap.

POLİSİYE FORMUNDA TARİH KİTABI

Fakat polisiye kurgusu son derece zayıf. Özellikle sonu beklenmedik hatta saçma bir şekilde bağlanıyor.

Müştak'ın kabusları ve ölmüş aile bireyleri ile hayali konuşmaları kitabın temposunu yavaşlatıyor. Bir kere olsa yine ilginç bir buluş olarak kabul edilebilir ama sürekli olunca roman tekrara düşüyor.

Kitabın adındaki 'Sultan' hem Fatih'i, hem de Müştak'ın Nüzhet'le ortak şarkılarından hareketle 'Nüzhet'i tanımlıyor.

Müştak; aslında Türk toplumunu sembolize eden bir karakter. Yaşadığı geçici hafıza kayıpları bizim toplum olarak yaşadığımız hafıza kayıplarını da anlatıyor. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi unutan bir toplum olduğumuzdan dem vuruyor Müştak.

' Geçici olduğundan pek emin değildim ama bir hafıza kaybımız olduğu muhakkaktı. Çünkü her gelen hükümdar, her gelen iktidar, tarihi kendi çıkarına göre yeniden yazdırıyordu. '

Tarih yazımı, tarihçiler arasındaki çekişmeler ve tarıhteki kutsallarla ilgili de ilginç tespitler var kitapta.

'Sultanı Öldürmek' ne yazık ki beni, bir polisiye roman olarak tatmin etmedi. Daha çok Fatih Sultan Mehmet ile ilgili bir kitap yazmak isteyip, onu daha okunur kılmak için polisiye formatına sokulmak istenmiş gibi geldi.

Kitaptaki tarihi bilgiler pek çok kişiye enteresan gelebilir. Fakat ben bunları daha önceden okuduğum için tarihi açıdan da çok etkileyici gelmedi. Bilgilerimi tazelemiş oldum.

Fetih konusunda Roger Crowley'nin '1453 Son Büyük Kuşatma' kitabı müthiş. Kesinlikle tavsiye ederim.

Ahmet Ümit'in kitabın sonuna yararlandığı eserleri eklemesi ise çok faydalı olmuş. Listeme okunacak kitaplar ekledim.

Sonuç olarak; 'Sultanı Öldürmek' bir Ahmet Ümitsever olarak ne yazık ki beni tatmin etmedi. Polisiyede en zor işin sonunu bağlamak olduğunu biliyorum ama ustalık da o, değil mi? Bir dahaki sefere vurucu bir son bekliyorum.

9 Nisan 2012 Pazartesi

SAL Sokağı Çocukları

Haftasonu parkta oturma rekorumu kırdım. Cumartesi çocukları bahçeye indirdim ve tam 8 saat parkta kaldık. Arada içilen çay-kahve ve yenen tostlar için sipariş vermek ve çocukların peşinden koşmak dışında hiç yerimden kalkmadım. Komşularla sohbet ettim, büyüyen çocukları izledim ve kitap okudum.



Yakından tanıdığım  Apo'nun yani Alpaslan Akkuş'un ilk romanı 'Kaderle Zar Atılmaz'ı bir oturuşta bitirdim. Apo, yatılı okuduğu Samsun Anadolu Lisesi'ndeki yıllarını yazmış. 11 yaşında boyunu aşan bavulla yatakhaneye bırakılan küçük erkek çocuklarının nasıl birbirlerine kenetlendiklerini, acıyı-tatlıyı paylaştıklarını ve büyüdüklerini anlatmış.

Gündüzlülerin ve kızların bilmedikleri ve anlayamayacakları bir dünyayı anlatmış. Paralel kurguyla ilerleyen kitapta hem 11 yaşındaki minik Apo'yu hem de 17 yaşındaki ağır abi Apo'yu izliyoruz. Arkadaşlıkları, yaramazlıkları, kız meseleleri ve dayanışmalarını görüyoruz. Gerçekten bu kadar çok dayak var mıydı bilmiyorum ama yatılı dünyasının kendine has kurallarını ve ilişkilerini öğreniyoruz. Hababam Sınıfı'nın neden bu kadar çok sevildiğini bir kere daha anlıyoruz. Çünkü o karakterler gerçekten var. Mahmut Hoca yaşıyor.


Apo SAL'ı, Samsun Anadolu Lisesi'ni anlatmış. Ben de o yıllarda BAL'da, Bursa Anadolu Lisesi'ndeydim. Anlatılanlar o kadar tanıdık, duygular o kadar samimi ki. Balolardaki heyecan, bahçede beraber tur atmanın güzelliği, doğumgünü partilerinde aradan adam geçecek mesafede edilen slow danslar...

Kitabı parkta okurken zaman zaman yüksek sesle güldüm. Sonunda ise hava kararmasına rağmen güneş gözlüğümü takmak zorunda kaldım. Çünkü ben ağlayınca hep gözlerim kızarır.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Macera Romanı Tadında Tarih Kitabı; İmparatorların Denizi


Tarihi romanlarla başlayan tarih maceram tarih kitaplarıyla devam ediyor. Tarih kitaplarının pek çoğu akademik amaçlarla yazıldığı için okumak ve anlamak çok kolay değil. Popüler tarih kitapları ise kimi zaman içi boş ve taraflı olabiliyor. Hem zevkle okunacak hem de ciddi bilgi edindiğiniz kitapları okumak ise bir taşla iki kuş vurmak gibi. Hem iyi vakit geçiriyorsunuz hem de ufkunuz açılıyor.

Roger Crowley geçen yıl keşfettiğim ve kitaplarını okumaktan müthiş zevk aldığım bir tarih yazarı. 1951 doğumlu İngiliz yazar Cambridge mezunu. Çocukluğu asker olan babası nedeniyle Malta'da geçmiş. Yunanistan ve Türkiye'de yaşamış. Akdeniz kültür ve tarihine olan derin sevgisi onu bu bölgeler hakkında yazmaya itmiş. Kendisi ve kitapları hakkında bilgi için sitesine bakabilirsiniz.

Crowley'in en büyük özelliği hem Avrupa hem de Osmanlı tarih yazarlarını okuması, iki tarafın bakış açısına yer vermesi ve olaylara tarafsız yaklaşması. Osmanlı'ya duyduğu hayranlığın son derece büyük olduğunu söyleyebilirim.



Ben ilk olarak '1453-Son Büyük Kuşatma' isimli kitabını okumuştum. Adından da anlaşılabileceği gibi İstanbul'un Fatih tarafından fethini anlatan bir tarih kitabı. Bizans, Ceneviz, Venedik ve Osmanlı kaynaklarını kullanarak yazdığı kitapta sonu bilmenize rağmen heyecan hiç eksik olmuyor. Sonu gelmiş bir imparatorluğun, hırslı ve kendini ispat etmek isteyen Osmanlı sultanı karşısındaki mücadelesini gün be gün izliyorsunuz.



Fakat ben Crowley'nin 'İmparatorların Denizi: Akdeniz ' adlı kitabını çok daha fazla beğendim.Kitapta  16. yüzyılda ; yani 'Muhteşem Yüzyıl'da Akdeniz üzerindeki büyük mücadele anlatılıyor.

Kanuni'nin Rodos seferi ile açılıyor kitap. Ardından Tunus ve Cezayir'de korsanlarla Avrupalıların mücadelesine geçiliyor. İnsan ticaretinin yoğunluğu, savaşların şiddeti, hayatın acımasızlığı çarpıyor insanı. Oruç ve Barbaros Hayrettin Paşa'ların Avrupa'ya saldığı korkuyu iliklerinizde hissediyorsunuz.

Crowley hem Batı hem de Osmanlı kaynaklarını kullanmış. Nispeten tarafsız bir yaklaşım sergilemiş. İki tarafın da çok büyük şiddet uyguladığının altını çizmiş. Ben genel olarak Crowley'nin Osmanlı hayranı olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de yönetim ve organizasyon gücüne, istihbarat ağına hayranlık duymamak mümkün değil.

'Hiç Bir Şey Malta Kuşatması Kadar Meşhur Değildir'

Beni en çok etkileyen Malta Kuşatması bölümü oldu. Gücünün doruğundaki Osmanlı muazzam ekonomik ve lojistik gücünü kullanarak Tapınak Şövalyeleri'nin son kalesi Malta'ya sefer düzenliyor.

30 bin Osmanlı askerine karşı adada 500'ü şövalye,  üç bini asker sadece altı bin kişi var. Avrupa, Malta elden giderse Osmanlı'nın önünde durulamayacağının farkında ama bir türlü birleşip yardım gönderemiyor.

Son derece kanlı ve kıran kırana geçen kuşatma sonunda Osmanlı başarısız olur. İki tarafta da kayıp büyüktür. Son dakikada Avrupa'dan yardım gelir ve Malta kurtulur.

Malta'nın kurtuluşu Avrupa'da ilk kez Osmanlı'nın başarısız olabileceği duygusunu yaratır.Başta St. Jean Şövalyeleri'nin başı La Valetta olmak üzere kuşatmaya dair pek çok şeyin etrafında adeta mitolojik bir efsane yaratılır. Malta'da Valletta isimli yeni bir şehir kurulur.

 Voltaire ' Hiç bir şey Malta kuşatması kadar meşhur değildir' derken Avrupa için bu kuşatmanın psikolojik önemini dile getirir.

Oysa süper tarih eğitimimiz sağolsun biz Milli Tarih tornasından geçmiş olanlar hiç bir şey bilmeyiz bu kuşatma hakkında.

Kitabın devamında Preveze, İnebahtı savaşları ve Kıbrıs-Girit adalarının alınması var. Her savaş, her kuşatma kendi başına bir macera gibi. Kahramanları, gerginlikleri, acıları ve anektodları ile her biri ayrı heyecan.

Her ırktan ve dinden kahramanları var bu kitabın. Kanuni, Şarlken, Felipe güç savaşı içindeyken Andrea Doria, Barbaros, Turgut Reis kendi mücadelelerinin peşinde.

Edebi bir figür de çıkar karşımıza; Osmanlı'ya esir düşüp, kürek mahkumu olan  Cervantes İnebahtı Savaşı'nda da elini kaybeder.

Sıradan insanlar kaçırılır, köle yapılır, kürek mahkumu olarak ömür tüketirler. Hristiyanlar Müslümanlığa  döner, Müslümanlar Hristiyanlığa döner. Güç mücadelesi, şiddet, kan hiç bitmez.

Tüm bu kahramanlar arasında ise ise hep yaşayan tektir. İmparatorların denizi; Akdeniz.

16. yüzyıl sonunda Amerika'nın keşfinin etkisiyle önemi giderek azalsa da Akdeniz hep oradadır. Üstünde batan gemilerin, kaybolan canların hayaletleri dolaşmaya devam etmektedir.


Tarihseverlere kesinlikle tavsiye edeceğim, çok zevkli bir kitap. April Yayıncılık'tan Cep Kitabı versiyonunu okudum.Cihat Taşçıoğlu'nun çevirisi de son derece başarılı.

Tek eksiği Akdeniz'i ve savaşları gösteren haritaların olmaması. Belki orjinal kitapta vardır ama cep versiyonunda bulunmuyor.

27 Mart 2012 Salı

Dekorasyon Maceram 2- Kavanoz Boyama Faciası

İki hafta önce yazdığım gibi kafayı dekorasyona takmış bulunuyorum. Mutfak ve banyo dolaplarını düzenlemek işin ilk adımıydı. Bir sonraki adım ise becerikli ev kadınlığımı ve yaratıcılığımı göstererek evime kendi imzamı atmaktı.

Banyo dolaplarının içindeki ıvır zıvırı her Türk evinde bulunan kavanozlara koyarak sakladığımı yazmıştım. Hiç de fena olmadı ama kapaktaki 'Billur Turşuları' ve ' 'Tat Konserve' yazıları beni rahatsız etti. Onları daha kişiselleştirmeliydim, banyomu daha şık hale getirmeliydim. İçime Martha Stewart kaçmıştı bir kere.

Cahil Cesaretiyle Kavanoz Boyama

Kavanozları ve kapaklarını boyamaya karar verdim. Her bir şeyi Google'a soran bana garip bir  kendine güven gelmişti. Hiç kimseye danışmaya gerek duymadan evin yanındaki kırtasiyeye gittim. Cam kavanoz boyayacağımı söyleyince kırtasiyeci bana bir şişe cam boyası, iki fırça ve bir şişe tiner sattı. Ayrıca bir  de kalın bant aldım. Çok yaratıcı ve becerikli bir kişi olduğum için düz boyama bana yetmeyecekti. Bantla boyanacak yerleri belirleyip, çizgili kavanozlar oluşturmak istiyordum.

10 TL vererek malzemelerimi aldım ve büyük bir heyecanla eve geldim. Plana çocukları da dahil ettim. Hayalimde hepimiz mutlulukla cam boyuyor, birbirinden yaratıcı ve özel kavanozlar yaratıyorduk.



Mutfak masasını çöp torbası ile kapladım ve çeteyi çağırdım. İlk işimiz kavanozu bantla sarmak ve boyanacak çizgileri belirlemek oldu. Hiç de düşündüğüm kadar kolay değildi. Özellikle de her şeyi kendileri yapmak isteyen iki çocukla yapmaya çalışınca. Kestiğim bant kısa geldi. Ucuna tekrar keserek eklediğim bölüm ise yamuk oldu. Her seferinde kimin makas kullanacağı hakkında da kavga çıktı.



Neyse, durum çok da fena değildi. Elimizde yarım yamalak da olsa bantla sarılmış bir kavanoz vardı. Sıra geldi boyamaya.

Ve asıl facia o zaman gerçekleşti. Kavanoz kapağı cam boyasını tutmadı. Boya bir türlü kapağı kapatmadı.

Ben de kavanoza geçtim. Bu defa fırça cam üzerinde çok fazla iz bıraktı. Fırça izleriyle dolu, kimi yeri çok koyu, kimi yeri akmış iğrenç bir kavanozum oldu.




Arada çocuklar fırçayı ellerine geçirip masayı boyamaya kalktılar.

10 dakika süren Martha Stewart maceram büyük bir hayalkırıklığı ile sona erdi. Cahil cesareti ile başladığım kavanoz boyama maceram ise benim için  bitmedi. İçine dekorasyon ve Do It Yourself virüsü girmiş bir kadını hiç bir şey yıldıramaz. Dandik bir turşu kavanozu hiç yıldıramaz.

26 Mart 2012 Pazartesi

Tarihi Roman Sevenlere; Boğaz Çocuğu

Ayağı alçıya aldırıp, yatağa çakılınca  kitap okumaya bol vaktim oldu. Havaların nefis olmasına rağmen evde kalmak beni üzse de işe pozitif yanından bakmakta fayda var.

Haftasonu kitabım, Caroline Bongrad'ın 'Boğaz Çocuğu' oldu. 17. yüzyılda İstanbul'da başlayan ve Amerika'ya kadar uzanan tarihi bir roman.

Kitabın kahramanı Antilogus  varlıklı bir Rum ailenin oğlu olarak doğar ama doğuştan sünnetli olması babası tarafından bir lanet olarak görülür ve terkedilir. Antilogus Yahudi bir çift tarafından evlat edinilir ve macera başlar.

Romanda başta Yahudilik olmak üzere dönemin adetleri, yemekleri, şarkıları üzerine pek çok bilgi edinmek mümkün. İstanbul, Balat, Galata tasvirleri son derece canlı. Tabii ki bu bir roman ve kurmaca ama Sabetay Sevi'den, Osmanlı padişahı  4.Mehmet'e pek çok gerçek karakter de karşımıza çıkıyor.
Belli ki yazar çok detaylı bir ön çalışma yapmış.Karagöz oynatıcılığından, tütün yetiştirmeye ve Kızılderili  adetlerine pek çok konuda eğlenceli bilgiler var.

Antilogus'un İstanbul'da başlayan hayatı nasıl Amerika'ya uzanıyor burada anlatarak işin heyecanını kaçırmayayım.

Tatil kitabı ya da sürükleyici bir tarihi roman arayışındaysanız ' Boğaz Çocuğu' son derece uygun. Can Yayınları'ndan  çıktığı için çevirisi de temiz.

Tarih meraklılarına tavsiye ederim.






23 Mart 2012 Cuma

Evren beni anladı ama yanlış anladı...

Uzun zamandır hiç bir şey yapmadan, tavana bakarak bir kaç gün geçirmenin hayalini kuruyordum. Yataktan çıkmadan, tamamen dinlenmek istiyordum.

Dileğim oldu. Şu anda ayağım alçıda, yürümek acı veriyor ve yatakta uzanıp tavana bakmaktan başka bir şey yapamıyorum.

Perşembe akşamı kaldırımda, gayet düz ayakkabılarımla yürürken nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde bileğimi burktum ve bağları koparttım.

En az 2-3 hafta alçıda kalacak ayağım ve baharın en güzel günlerini oturarak geçireceğim. Bursa seyahati ve haftasonu planları suya düştü.

Hayatımın saniyede değişebileceğini, sağlığın önemini ve bir şey dilerken son derece dikkatli olmamız gerektiğini bir daha anladım. Evren sesimizi duyuyor ama neresiyle duyduğu biraz karışık.

18 Mart 2012 Pazar

İstanbul Turist Olunca Güzel

Çalıştığım şirketin süper bir insan kaynakları uygulaması var; Doğumgününde bir günlük ekstra izin veriyorlar. Tam doğumgününüzde kullanmanız gerekli değil, üç ay içinde istediğiniz bir zaman kullanabilirsiniz.

Geçen seneki iznimi İstanbul'da turist olarak şu şekilde kullanmış ve çok iyi vakit geçirmiştim. O nedenle bu sene için de bir planlama yaptım ve yine İstanbul'da bir günlüğüne turist oldum.

İlk durak; Kariye Müzesi

Cuma sabahı hava nefisti. Allah için çok sert bir kışın ardından güneşi görmek iyi geldi. Sabah evde kahvaltının ardından Kadıköy'den vapurla Eminönü'ye geçtik. Eminönü'den de otobüsle Balat'a gittik. Balat'tan yokuş yukarı çıkarken hem güzel Balat sokaklarını gördük hem de nefesimiz açıldı. Sokaklar enteresan gerçekten, evler ve süren yaşam günümüzden farklı bir çağda gibi.



Hedefimiz Kariye Müzesi idi. Kariye Müzesi, Ayasofya'dan sonra İstanbul'daki en ilginç Bizans Kilisesi olarak tanımlanıyor. Binayı ilginç kılan mimarisi değil, içindeki mozaik ve freskler. İstanbul'un fethinden sonra camiye çevrilen kilisede mozaik ve fresklerin üstünün alçıyla kapatılmış olması fresklerin günümüze kadar gelmesini sağlamış. Kariye isminin ' kırda ' anlamına gelen Khora'dan geldiği düşünülüyor. Yapıldığı dönemde sur dışında, kırsal bölgede kaldığı için bu isim verilmiş.

1077'de yapıldığı tahmin edilen bugünkü kilisenin içindeki fresk ve mozaikler 1315-1321 döneminden kalma. Mozaikler kilisenin bütün tavanlarını kaplıyor. Hem Hristiyanlık tarihine hem de Bizans'a dair pekçok tasvir var. En büyük özellikleri ise işçiliğin inanılmaz inceliği ve mozaiklerin canlılığı. İsa'nın yüzündeki farklı tonlar,yanaklarının pembeliği, kıyafetlerin kıvrımları çok etkileyici.





Mozaikler 'dünyadaki en ilginç Bizans resimleri serisi' olarak kabul ediliyor ve Rönesans'ın şafağı olarak nitelendiriliyor.




Benim için hoş bir şey de geçen sene okuduğum Moğolların Meryem'i romanının kahramanının mozaiğini görmekti. Üstteki mozaikte genç kadın İsa'ya bağlılığını bildiriyor.

Hristiyanlık tarihine ve hikayelerine hakim olmadığım için resimlerin manalarını çok kavrayamadım ama sanatsal olarak zevkine varmak için çok da anlamak gerekmiyor zaten.

Kilisenin duvarlarını kaplayan mermerler de nefis. Doğal mermer desenlerini birbirine uydurarak desenler oluşturulmuş.

Kilise tam anlamıyla sabrın, el işçiliğinin ve sanatın doruğu.

Kilisenin çevresi Turing tarafından düzenlenmiş. Sandalyeleri plastik olsa da çayı güzel olan bir çay bahçesinde oturup, manzaranın tadını çıkartabiliyorsunuz. Kariye Oteli ve Osmanlı dönem yemekleri sunan Asitane Restoran da hemen müzenin yanında.

Ben müzeye girerken 20 TL'ye Müzekart aldım. Sadece Kariye Müzesi'nin girişinin 15 TL olduğunu düşününce pek çok müzede geçerli yıllık kart çok mantıklı geldi. Şimdi amacım kartın hakkını vermek:)

İkinci durak; Kapalıçarşı

Müzeden sonra otobüsle, tramvaya binmek için Çapa'ya geldik. Tramvaydan Beyazıt'ta inip,Kapalıçarşı'ya girdik. Kapalıçarşı renkleri, kokuları, sesleri ile beni büyüleyen bir yer. Esnafın kendi arasındaki ilişkisi, usta-çırak ritüelleri, birbirlerine güvenleri beni şaşırtıyor. Çok uzun olmasa da sokaklarında gezmek, kaybolmak,renklere boğulmak bana iyi geliyor.

Lezzet durağı; Nar Gourmet

Öğle yemeği için tercihimiz ise Nuruosmaniye'de Armaggan'ın üst katındaki Nar Gourmet Restaurant oldu. Armaggan Anadolu ve Osmanlı sanatından stilize mücevher, tekstil ürünü ve dekorasyon objesi  satan çok katlı bir mağaza. Ürünler nefis fakat ultra pahalı. Yabancı ve zevkli zengin turistler içinse bir cennet.

En üstteki Nar Gourmet bu topraklardan gelen yemeklerin en güzellerini eski usullerle pişiriyor ve yaşatıyor. Masaya hemen acur ve pancar turşusu geliyor. Ben çeşit çeşit ot ve zeytinyağlı yedim. Bakla ve enginar sezonumu da açtım. Servis on numara. Fiyatlar da, özellikle içki içmezseniz son derece makul.

Hem mağazadan hem lokantadan çok gurur duydum. Yabancı bir misafiriniz ağırlamak için çok şık bir mekan.

Ayrıca Nar ürünlerini internetten de almak mümkün.

Sanat durağı; Van Gogh Experience

Yemeği yakmak için Nuruosmaniye'dan Sirkeci'ye yürüdüm ve tramvayla Karaköy'e geçtim. Günün son durağı Antrepo'daki Van Gogh sergisi idi.


Burada Müze Kart geçmediği için 15 TL verip, biletimi aldım.

Bu işe aslında sergi dememek lazım. İngilizcesinde dedikleri gibi 'experience-deneyim' tanımlamak için daha doğru olur. Müzik, Van Gogh'un mektuplarından bölümlerle beraber Van Gogh eserlerini bütünlüyor ve ziyaretçiyi Van Gogh'un dünyasına sokuyor.



Süreki devam eden bir gösteri gibi. Anlamak için baştan sona izlemek lazım ve en önemlisi gitmeden biraz çalışmak gerek.

Özellikle tek bir resmi parçalara böldükleri bölümler bana etkileyici geldi.

Bir de cuma öğleden sonra olmasına rağmen son derece kalabalıktı. İlgi sevindirici. Haftasonu çok kalabalık olacağı için mümkünse haftaiçi gidin.

Günün özeti:

  • Rehber olarak John Freely'nin 'İstanbul'u Dolaşırken'ini kullandım. Nefis.
  • Turist olacaksanız toplu taşıma kullanın. Hiç trafik yaşamadım. Çok ucuza gezdim.
  • İstanbul'da turist olmak çok zevkli. Gene gelecek ben:)

15 Mart 2012 Perşembe

Dekorasyon Maceram-1

Dekorasyona merak sarmamla beraber anında harekete geçtim. İlk olarak evdeki çarşaf ve havlu dolaplarını düzenledim.



Bu konudaki en büyük dertlerimden biri çarşaf ve havluların ayrı ayrı yerlerde durması. Tümünü içine alabilecek bir dolabım yok. Martha Stewart'ın sitesinde çok şık, renklerine göre düzenlenmiş 'laundry closet'ler görüp, kıskanmakla geçiyor ömrüm.

Neyse, ben işe tüm çarşafları ortaya çıkararak başladım. Bu arada bu işleri 3,5 yaşındaki Zeynep'le birlikte yaptığımı özellikle belirtmek isterim. Ona çok eğlenceli geldi tabii bu durum. Çarşafların içinde yuvarlanmak ve kılıfları kendince çiftlemekle bayağı eğlendi. Ben onun kadar eğlenmedim tabii ama o kadar olur.

Çarşaflardan lekeli ya da lastikleri gevşemiş olanları ayırdım. Nevresim takımlarını biraraya getirdim. 9 senelik evlilik ve iki çocuktan sonra takımların ağzı burnu kaymış ve birbirlerinden ayrı düşmüşler.

Eskileri yer bezi olarak ayırınca çekmecelerde bayağı yer açıldı. Herkesin takımını kendi odasındaki dolaplara, içlerine beyaz sabun koyarak yerleştirdim . Çarşaf olarak 'fitted' tabir edilen kenarı lastikli çarşafları tercih ediyorum. Takması çok pratik ve ütü gerektirmiyor.

Aynı şekilde havlulardan da eskiyenleri, havı gitmiş olanları ayırdım. Pek rahatladı havlu dolabım.

Türk tipi dekorasyon: Konserve kavanozuyla banyo düzenleme

Banyodaki ıvır-zıvır dolabını da düzenledim. Bir yerde banyodaki eşyaları kavanoz ya da şeffaf kutulara koyma fikrini görmüştüm. Her Türk kadını gibi konserve kavanozlarını biriktirdiğim için Tat kavanozlarımın içine traş bıçaklarını ve banyo ıvır-zıvırlarını koyup, dolaba kaldırdım. Cool dekorasyon sitelerindeki gibi olmadı ama yavaş yavaş olur diye düşünüyorum. Şimdiki amacım çocuklara kavanoz kapaklarını ve kavanozların üstünü boyatmak.

Bu arada çekmecelerde çocuklardan ara ara vermek üzere sakladığım ve orada olduklarını unuttuğum balonları da bulmak hoş oldu.

Bir de bir yerlerden başlamak bile bana iyi geldi. Çok güzel olmasa, dergilerdekine benzemese, çocuklar özenle yerleştirdiğim dolapları hemen dağıtsa bile evle uğraşmak, en azından değişik şeyler denemek  güzel.

Bu maceradan öğrendiklerim:

  1. Düzenli olarak evdeki dolapları gözden geçirin.
  2. Eski ve kullanılmayan eşyaları atın, verin, elden çıkarın.
  3. Fazlalıklar hem dolaplarda yer tutar hem de hayatınızda.

Mısır Ekmeği Tarifi



Farklı ekmekler denemeyi seviyorum ama maya konusunda çok başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim. Ekmek mayalamak sabır, tecrübe ve iyi malzeme gerektiren bir iş. İleride bu konuya eğilmeyi ve gerçekten güzel ekmek yapmayı çok istiyorum ama şu andaki tempomda yapabildiğim sadece 'Karıştır ve pişir' ekmekler.

Mısır ekmeği de maya gerektirmediği ve tutturması kolay olduğu için favori ekmeklerimden biri. Sabah kahvaltısı için de,  misafirlere ikram için de nefis.

Mısır ekmeğinde kilit faktör tabii ki mısır unu. Mümkün olduğu kadar iri taneli, kaba öğütülmüş mısır unu bulmaya çalışın. Ben daha bulamadım, marketten aldığımı kullanıyorum. İnce unla bile bu kadar güzel oluyorken, doğal mısır unuyla müthiş oluyordur diye düşünüyorum.



Tarifi Candan Turhan'ın 'Dumanı Üstünde- Doyurucu Çorbalar Kolay Ekmekler'  kitabından aldım. Benim sevdiğim ve faydalandığım bir kitap. Tavsiye ederim.


Malzemeler:

1 su bardağı mısır unu
1 su bardağı buğday unu
1 paket kabartma tozu
2 yumurta
1 su bardağı sulandırılmış yoğurt
2 kaşık zeytinyağı
Tuz
Bir tutam şeker

Arzunuza bağlı  :

Dereotu
Beyaz peynir
Tane kimyon
Biberiye
Sarımsak tozu

Yapılışı

Fırınınızı 180 dereceye getirin. Her fırının ısısı farklı olduğu için kek pişirirken iyi sonuç aldığınız ısıya getirmeniz yeterli.

Mısır unu, buğday unu ve kabartma tozunu büyük bir kapta karıştırın. Oda ısısındaki yumurta, zeytinyağı ve sulu yoğurtu içine katıp tekrar karıştırın. Ben bardağın dörtte üçüne kadar yoğurt koyup, üstüne su ekleyerek koyu kıvamlı sulu yoğurt yapıyorum.

Bir tutam şeker ve ağız tadınıza göre tuz ekleyin. Hamurun kıvamı kek hamurundan biraz daha yoğun olmalı. Çok katıysa biraz sütle açabilirsiniz.

Şimdi sıra en eğlenceli bölüme geldi. Ekmeğimizi baharatlarla tatlandıracağız. Yarım demet dereotunu ince doğrayarak koyabilirsiniz. Dereotlu mısır ekmeğine beyaz peynir de çok yakışacaktır.

İkinci bir alternatif de tane kimyon, biberiye ve sarımsak tozu eklemek. Hatta isterseniz pul biber bile ekleyebilirsiniz.

Hamurunuzu yağlanmış ya da daha garantili olarak yağlı kağıt döşenmiş pişirme kabınıza dökün. Ben en iyi sonucu ekmek somunu biçimindeki dikdörtgen kalıptan alıyorum.

Yaklaşık 30 dakika sonra ekmeğiniz hazır. İçine bıçak batırınca temiz çıktığından  ve üstünün iyice kızarmış olduğundan emin olun. Fırını kapattıktan sonra bir süre daha sıcak fırında tutarsanız içi iyice pişmiş olur.


13 Mart 2012 Salı

Kafayı Dekorasyona Taktım

Dekorasyon konusundan hiç anlamıyorum. Perde seçmeye gidince resmen paralize oluyorum. Hangi renk, hangi renkle gider, döşemelik kumaş nasıl seçilmeli bir türlü karar veremiyorum. Zevkli insanlara, alakasız mobilyaları biraraya getirip yepyeni kombinasyonlar yaratanlara çok özeniyorum. Ama yapamıyorum, bilemiyorum, karar veremiyorum. İşin kötüsü; mağaza gezerken çok sıkılıyorum.

 Ama evin dekorasyonuna ciddi bir şekilde el atmanın zamanı geldi. Ev şu anda çocuklara göre şekillenmiş durumda. Ortada hiç bir sehpa ya da obje yok. Koltuklar duvarlara dayanmış ve orta alan bisikletle gezmeye ya da top oynamaya uygun hale getirilmiş durumda. Kanapelerin üzeri farklı lekelerle dolu.

Fakat ben bu durumdan çok sıkıldım ve evde genel bir düzenlemeye gitmek istiyorum. Bir yerlerden başlamak için dekorasyon dergileri bakar ve tanıdıklara fikir sorarken hayatımın kitabı karşıma çıktı: 'The Perfectly Imperfect Home'

Kitap adından da anlaşılacağı üzere bir evin mükemmel gözükmek zorunda olmadığı fikrine dayanıyor. Önemli olan evin sizin ihiyaçlarınıza göre döşenmesi ve sizi yansıtması. Çok basit ve adım adım bir anlatımı var.

Aydınlatma nasıl olmalı, okuma ışığı ile yemek masası ışığının farkları, evin girişi nasıl düzenlenmeli gibi son derece kilit sorulara mantıklı ve uygulanabilir cevaplar veriyor.


Kitapta dekoratörlerle ilgili anlatılan bir anektod da çok hoşuma gitti. 'Bütün dekoratörler dekorasyonunu yaptıkları evlerin sahiplerinin tüm ihtiyaçlarını anladıklarını ve evi bu ihtiyaçlara göre döşediklerin söylerler. Bu doğru değildir' diyor yazar. Bu arada yazar Wall Street Journal'ın life-style dergisi Domino'nun kurucu editörü. Dili  son derece eğlenceli ve komik.


Ama kitabın en, en, en güzel yanı illüstrasyonları. Kitapta fotoğraflar değil, suluboya resimler kullanılmış. O kadar tatlı, insana yaşama sevinci veren, hayatın içinden resimler ki bunlar sürekli onlara bakmak istiyorsunuz.

Şu ana kadar öğrendiğim en önemli kurallar ise şunlar:

1) Tepe aydınlatmasından kaçının. Lokal aydınlatma kullanın.
2) Evinize aşık olmadığınız hiç bir eşyayı almayın.
3) Salonunuzda bölümler olusturun. Oturma, yemek, okuma, eşya sergileme gibi.
4) Eviniz sizi ve ailenizi anlatsın.

Dekorasyon maceram başlıyor....

5 Mart 2012 Pazartesi

Le Carre'dan Kara Para Aklama Metotları



John Le Carre yaşayan en büyük casus yazarı. Kendisi de İngiliz İstihbaratı'nda çalışmış bir casus olan Carre soğuk savaş dönemini ve istihbarat savaşlarını en iyi anlatan yazarlardan biri. Çok romanı var. Benim okuduklarım arasında en iyisi, onu meşhur eden müthiş eseri ' The Spy Who Came in From the Cold'

Carre'ın casusları James Bond   ya da Amerikan filmlerinde gördüğümüz kaslı, bol dövüşen, aksiyon meraklısı casuslardan değil. İkili oynuyorlar, iç dünyaları karışık, özel hayatları belirsiz. Olaylar yavaş akıyor kitaplarda, gerilim alttan alta ilerliyor ve düğüm sıkılaşıyor.


Carre soğuk savaş dönemini iyi anlattı, çok meşhur oldu. Duvar yıkılıp, Sovyetler çökünce bir devrin sonu geldi. Soğuk savaşın bu en ünlü yazarının da sonunun geldiğini düşünenler ise çok yanıldı. Uluslararası suçlar, millet tanımayan suçlular yaşamaya devam ediyordu. Carre ise bu yeni suçluları yazmaya ve şekil değiştiren istihbarat örgütlerini yansıtmaya devam etti.



Bir bölümü Türkiye'de geçen 'Single and Single', filme de çekilen ' The Constant Gardener' bu yeni dönemi yansıtıyor. Rusya'dan Avrupa'ya kan sevkiyatı, Afrika'da halk üzerinde denenen ilaçlar, kara para aklayan mafya Carre'ın yeni konuları.


Yazarın son kitabı 'Our Kind of Traitor' da Rus mafyasını ve Rus mafyasının kara para aklamasını konu alıyor. Antigua'ya tatile giden Oxford Profesörü Perry ve güzel kız arkadaşı avukat Gail bir tenis maçı vesilesiyle Rus Dima ve ailesiyle tanışırlar. Oynanan maç geri dönülmez bir yolun başlangıcıdır. Rus mafyasının kara para aklama ustası Dima İngiliz istihbaratına ulaşmak ve sırlarını verme karşılığında ailesiyle iltica etmek ister.


Kitap aksiyon ve hareket seven okurlara göre değil. Gerilim alttan ve ustaca ilerliyor. Dima'nın aile bireylerinin yaşadıkları, İngiliz casuslarının karakterleri Carre'a yakışacak şekilde  işlenmiş.

Fakat başta iyi başlayan kitap sonra tempoyu düşürüyor. Sonu baştan kestirebiliyorsunuz. Carre'dan çok daha iyisini beklerken benim için orta seviyede kaldı. Ben İngilizce okudum ve aralarda sözlüğe bakma ihtiyacı hissettim. Dili çok kolay değil. Belki o nedenle de tam tadına varamamış olabilirim.

Bu arada kitapta Türkiye'den de sık sık bahsediliyor. Dima'nın anlattığı kara para aklama yöntemleri arasında Türkiye'nin güney sahillerinden arazi ve otel almak da var.