11 Ekim 2011 Salı



Çok farklı bir yemek kitabı okudum. Aslında bitiremedim, yarım bıraktım. Zevk alarak, tariflerini ‘Bu ne kadar güzel olur’ diyerek hayalimde canlandırdığım bir kitap olmadı. Aksine acı çektiğim ve okumakta zorlandığım bir kitap oldu.




Muhsin Kızılkaya’nın ‘Açlığın Sofrasında’ adlı kitabından bahsediyorum. Tam da sevdiğim tipte bir yemek kitabı aslında. Yemek tarifleri anılarla paralel gidiyor, tarihi detaylar var. Sadece yemekle ilgili değil, yaşayışla da ilgili pek çok detay var.



Fakat bütün bu hikayeler, detaylar, anılar çok acıklı. Daha ilk hikayede, bir annenin aç çocuğunu doyurmak için hayvan yemlerini değirmende öğütüp pişirmesiyle çarpılıyorsunuz zaten. Ardından Kürtlerin tarihi hikayeleri, yemeklerle hemhal olmuş bir şekilde anlatılıyor. Bu coğrafya sert, acımasız bir coğrafya. Sadece günümüzde değil, sürekli kanla yoğrulmuş bir coğrafya. Osmanlı döneminin son zamanlarında daha da kanlı günler yaşanmaya başlanıyor. Nasturiler’le savaş, kendi aralarında savaş derken hep kan dökülüyor. Zaman zaman kan duruyor, büyük barış yemekleri düzenleniyor ama esas olan savaş oluyor.



Açlığın Sofrası’nda okuması kolay bir yemek kitabı değil. Zaten asıl olarak bir yemek kitabı değil. Yemeği metafor ve detay olarak kullanan bir tarih kitabı bence. Açlığı, kanı, töreyi anlatan zor bir kitap. Kürtleri ve Güneydoğu bölgesindeki farklı kültürlerin birbiriyle ilişkisini anlamak için de iyi bir rehber. En azından benim için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder