Nisan ayı okuma açısından son derece verimli geçti. Kendime verdiğim sözü tutmaktan, okuduklarımı düzenli olarak yazıp, paylaşmaktan da mennunum. Ortalama ayda üç ya da dört kitap okuyabiliyorum. Bu da yılda 34-40 kitap eder. Ne kadar az aslında. Ve bundan sonra geride kalan kaç yılım olduğunu da bilmediğim için okuyacağım kitapları dikkatli seçmek daha da önem kazanıyor. Belki de daha az kitabı, daha yavaş ve uzun zamanda okumalıyım.
Ayrıca nispeten daha az kadın yazar okuduğumu da fark ettim. Bu seneye özel mi bilmiyorum ama ağırlıklı olarak erkek yazarları seçmişim.
Gelelim Nisan ayı kitaplarıma.
Labirent-Amin Maalouf
Amin Maalouf her yazdığını okuyacağım yazarlardan. İlk Afrikalı Leo'yu okumuştum. Büyülendiğimi, hiç öyle bir roman okumadığımı düşündüğümü ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum. 'Semerkand', 'Doğu'nun Limanları', 'Tanios Kayası' birbirinden güzel romanlardı. 'Arapların Gözünden Haçlı Seferleri' ise hayranlığımı artıran bir kitap oldu. Maalouf sadece kurmaca edebiyatta başarılı değildi, aynı zamanda tarihi bambaşka okuyabiliyor ve yazabiliyordu.
Yıllar boyunca her yazdığını okumaya çalıştım. Bazısını daha çok beğendim, bazısını ise daha az. Ama hep çalışkan ve kıymetli buldum kendisini.
Son zamanlarda yazdıkları giderek karamsarlaşmaya başlamıştı. Özellikle 'Uygarlıkların Batışı'nda iyice hissedilen bir umutsuzluk hakimdi. Başta anavatanı Lübnan olmak üzere Orta Doğu'nun halinden şikayet ve tüm dünyada kamplaşmaya, eşitsizliğe ve neredeyse dünya savaşına gidiliyor olduğuna dair öngörü ve uyarıları vardı.
'Empedokles'in Dostları' ise yine hayli iç karartıcı bir bilimkurgu idi. Korona günlerinde pek de hoşuma gitmemişti açıkçası.
Bu sene çıkan 'Labirent' i de tabii ki koşarak, alıp okudum. Maalouf dört büyük ülkenin tarihlerini, dönüm noktalarını, zaferlerini ve yenilgilerini ancak kendisinin yapabileceği akıcılıkta yazmış. Japonya, Çin, Rusya ve ABD'nin kuruluş, yükseliş hikayeleri, yaptıkları hatalar, kapıldıkları hırslar, gösterdikleri başarı ve başarısızlıklar sürükleyici bir şekilde anlatılmış.
21. Yüzyılda bir şekilde karşı karşıya kalan bu dört büyük gücün zayıflıkları, güçleri ve tarihten aldıkları/alamadıkları dersler var bu kitapta. Ulaşılan zaferlerin kibre kapılındığı zaman nasıl da hezimete dönüştüğünü örneklerle görüyoruz. Meiji döneminde tüm dünyaya örnek olan Japonya hırsları nedeniyle tarihin en büyük yenilgisine uğruyor, nükleer bomba ile tarumar oluyor.
ABD İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa ve Japonya'ya destek olmayı seçerek, yeniden kurulmalarını sağlayarak büyük başarı kazanıyor ama Demir Perde'nin yıkılmasının ardından benzer basireti gösteremiyor.
Kazanılan zaferlerden sonra düşmanı ezmeye çalışmak ve bilhassa gurur kırıcı anlaşmalar yapmanın sonucunu en iyi İkinci Dünya Savaşı gösteriyor aslında. Almanya'yı ezmeye yönelik barış sözleşmesi çok kısa zaman sonra çok daha büyük bir savaşa neden olmuştu.
Maalouf 'Labirent'te yolunu kaybetmiş insanlığa net bir reçete sunmuyor. Daha çok yapılan hataların neler olduğunu göstererek, yapılmaması gerekenleri anlatıyor. Mutlak gücün mutlaka yozlaştığını, iyi niyetle başlayan hareketlerin otoriterleştikçe acımasızlaştığını tekrar tekrar görüyoruz. Tek yol, ülkelerin birbirine karşı değil, birlikte çalışmaya başlaması. İnsanlığın çıkış yolu bulabilmesi için elele çalışması şart.
İnsan Nedir?
William Irvine aslında bir felsefeci. Daha önce Stoacılık üzerine yazdığı 'Güzel Yaşam Kılavuzu'nu okumuştum. Irvine bu antik felsefeyi günümüze uyarlayarak, bir yaşam kılavuzu sunuyordu.
Irvine bu defa felsefenin temel sorusu olan 'İnsan Nedir? sorusuna cevap arıyor ve bilimin farklı dallarına göre bu soruyu cevaplıyor. Mikrobiyologların, genetikçilerin, fizikçilerin ayrı ayrı yanıtları var bu soruya. Dünyada yaşam nasıl başladı, nasıl gelişti, hücrelerimiz nasıl ve neden oluştu? Bizim varlığımızın bir nedeni ya da anlamı var mı? Sadece bir grup hücreden oluşan bir organizma mıyız?
Irvine zor bir işi başarmış ve teknik konuları son derece anlaşılır bir şekilde aktarmış. Çevirmen Özge Çelik de son derece yetkin.
Yazar insanı en basit olarak 'yaşam piyangosunun vurduğu çok şanslı aptallar' olarak tanımlamış. Gerçekten de kitabı okuyunca anlıyoruz ki, şu anda burada olup, kitap okuyup yorum yazacak Defne olmam için o kadar çok şey biraraya gelmiş durumda ki. Gerçekten hayatta olmak çok büyük bir şans. Belki de sürekli sorun ve anlam aramak yerine arada durup tadını çıkartmak gerekiyor.
Ressam Vasıf'ın Gizli Aşklar Tarihi
Nisan ayının ilk romanı Murat Gülsoy'un 'Ressam Vasıf'ın Gizli Aşklar Tarihi' oldu. Murat Gülsoy çalışkan ve sistematik bir yazar. Bu romanında da Osmanlı'nın son dönemini ve Türk resim tarihini çok iyi çalıştığı belli.
Osmanlı paşazadelerinden Ressam Vasıf'ın karakterinde 20.Yüzyıl İstanbul ve Paris'ini yaşıyor, neredeyse Türk resim sanatının tüm önde gelen isimlerini tanıyoruz.
Nefis cümleler, aşka, sanata dair acı veren tespitlerle akan su gibi bir roman.
Murat Gülsoy yapay zekayı kullanarak karakterini iyice ete kemiğe büründürmüş. Sürükleyici bir roman okumak isteyen herkese tavsiye ederim.
Medea.Sesler
Malum bu ara mitolojideki kadın kahramanların hikayelerini feminist bakışla yazmak popüler. Pek de güzel örnekleri var. Ursulacığımız 'Lavinia' ile yapmıştı, sonra 'Kirke' ve 'Troyalı Kadınlar' geldi.
Gerçekten de ufuk açıcı, bambaşka yorumlar.
Christa Wolf'un 'Medea.Sesler'inden ise haberim yoktu. Pek tatlı iş arkadaşım Özge'nin doğumgünü hediyesi olarak vermesiyle haberim oldu. Bu kadar zamanda da ancak sıra geldi.
Medea mitolojinin en korkulan kadın karakterlerinden biri. Büyücü ve evlat katili olarak anlatılan bir kötülük timsali adeta.
Wolf ise hikayeyi başta Medea olmak üzere altı değişik karakterin sesinden anlatarak bambaşka bir öykü sunuyor bize. Ataerkil toplumda ayakta kalmaya kadınları, medeniyetin altından çıkan vahşeti, yabancılara duyulan korku ve nefreti, göçmenliği asırlar ötesinden seslerle anlatılıyor.
Wolf çok başarılı, çevirmen İlknur İgan da farklı sesleri Türkçe'de tekrar dile getirmiş adeta.
Mitolojiye farklı yönden bakmak isteyenler için.
Yaban Kazı
Nisan ayının son kitabı da Japon edebiyatının ilk modern klasiklerinden olan 'Yaban Kazı' oldu.
Ogai Mori Japonya'nın batılılaşma döneminde eğitim için Avrupa'ya gönderilen ilk tıp öğrencilerinden. Memlekete döndükten sonra Meici döneminde yaşanan değişimleri ele aldığı romanlar yazıyor.
Yaban Kazı da dokunaklı bir aşk hikayesi aslında ama çok fazla sembolik ve edebi açıdan bana fazla hitap etmedi.