28 Ağustos 2012 Salı

The Original Mad Man: David Ogilvy

Biyografi okumaya devam ediyorum. Bu aralar iş nedeniyle reklam ve pazarlama konularına merak sardım. En baştan başlamak için de ilk olarak  modern reklamcılığın kurucularından David Ogilvy'nin hikayesini okudum.



Kenneth Roman'ın yazdığı 'Reklam Dünyasının Kralı; David Ogilvy' Ogilvy hakkında yazılan kitaplardan sadece bir tanesi. Ogilvy'nin kendi yazdığı ve her biri best-seller (ve de long-seller olan) kitaplar dışında onun hakkında da pek çok kitap var.

Ogilvy reklam dünyasında olanlar için çok tanıdık ve mühim bir isim. Modern reklamcılığın doğduğu 50'li yıllarda reklam ve pazarlama dünyasına yön vermiş hatta pek çok kavramı yaratmış biri. Yaptığı ünlü kampanyalar dışında, prensipleri, kuralları ve egsantrik kişilik özellikleriyle de tanınıyor.

Aşçı+Araştırmacı+Casus+Çiftçi= Reklamcı


Hayat hikayesi ise maceralarla dolu. 1911'de İskoç asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğan Ogilvy zeki fakat hastalıklı bir çocuk olarak büyüdü. Oxford'a burslu olarak kabul edilmesine rağmen başarılı olamayıp, bırakmak zorunda kaldı. Ve aşçılık yapmak için Paris'e gidip, Majestik Otel'in mutfağında bir yıl boyunca çalıştı. Çok alakasız gibi gözüken bu iş ona mükemmelliyetçilik, takım ruhu, çok çalışma ve yönetim konusunda çok şey öğretti.

İngiltere'ye dönünce o zaman yeni olan sonradan efsane haline gelen AGA ocakları satış temsilcisi olarak çalıştı. Sıcak satışın içinde olarak müşteriyi yakından tanıdı. AGA için yazdığı satış el kitabı hala bu alandaki en önemli eserlerden biri sayılıyor.


AGA'dan  sonra ağabeyinin çalıştığı reklam ajansında işe başlar ve 1938'de ajansın onu ABD'ye, yeni açılan araştırma şirketi GALLUP'a göndermesini sağlar. GALLUP o zaman için son derece yeni olan anket ve kamuoyu yoklaması işi yapmaktadır. David Ogilvy bu sayede müşteriyi tanımanın yeni yollarını keşfeder.

İkinci Dünya Savaşı sırasında genç Ogilvy'nin kariyerinde yeni bir sayfa açılır; Casusluk. Ogilvy İngiliz İstihbarat Örgütü'nün ABD'deki bölümünde yer alır. Şefi Ian Fleming'in James Bond karakterini yaratırken ilham aldığı William Stephenson'du.

Savaş bittiğinde Ogilvy  teknoloji ürünleri ( buna elektrik, araba ve hatta  çengelli iğne de dahil) kullanmayan Amish'lere yakın bir arazi alarak çiftçilik yaptı.

Sene 1949 olduğunda ise kanına bir şekilde bulaşan reklamcılık virüsü açığa çıktı ve David Ogilvy İngiliz Mather and Crowther ajansının New York bürosu olan Ogilvy, Benson and Mather'ı kurar.

Tüketicinin zekasına saygı duyan reklamcı


Satış bilgisi, tüketiciyi tanıması, bilgiye ve araştırmaya önem vermesi, çalışkanlığı, mükemmelliyetçiliği ile ile reklam dünyasında bir çığır açar.

Reklamın mutlaka satış kaygılı olmasını ister. Ünlü kullanımına ve komikliğe dayanan reklamlara karşıdır. Basit gözüken, büyük fikirlere ve tüketiciye bilgi vermeye inanır.

Reklam tarihine geçen prensipleri vardır. Bazıları şunlar:

  • Tüketici moron değildir,o sizin  karınızdır.
  • Satmıyorsa, yaratıcı  değildir.
  • Tüketici bulaşık deterjanını reklamı komik diye değil, ona bir fayda sunduğu için satın alır.
  • Ajansınızla yaratıcılık yarışına girmeyin. Bir köpek sahibiyseniz, neden kendiniz havlayasınız ki?


 
Yaptığı Hathaway gömlekleri, Dove sabunu, Rolls Royce arabaları ve Schweppes reklamları ile satışları katlar, markaları kült hale getirir. Ajans büyür, Türkiye de dahil tüm dünyaya yayılır. Ardından da WWP'ye satılır.

Prensipleri olan reklamcı


Ogilvy kimsenin o zamanlar bahsetmediği markalaşmanın öncüsü olur ve yapılan her reklamın şirket imajına ve markasına katkıda bulunan küçük bir parça olduğunu savunur.


Çok çalışkandır ve sürekli işi iyi yapamayacağının hatta parasız kalacağının korkusunu yaşar. İşine aşkla bağlı olmanın, işine inanmanın, hatalardan öğrenmenin timsalidir. İyi hizmet veremeyeceğini düşündüğü ya da sevmediği müşterileri reddeder.

David Ogilvy üç kez evlenir ama asıl olarak işiyle evlidir. Yaratıcı kampanyalarla ilgilenmeyi bıraktıktan sonra ajans yönetimi, reklamcılık, yaratıcı yazarlık üzerine yazmayı ve ajansını yönlendirmeyi sürdürür. Bildiriler, manifestolar yazmaya devam eder. Şirket içi eğitimler ve iyi insan kaynağını mutlu ve verimli kılmak öncelikleridir. Eğlenilmeyen yerde, iyi iş çıkacağına inanmaz.





Kitap, reklamcılık dünyasına giriş yapmak isteyen benim için idealdi. Çevirisini biraz takır tukur bulsam da rahat okudum. Sanki bin yıldır varmış gibi davrandığımız reklamcılık, marka, imaj gibi kavramların topu topu 50 yıllık bir geçmişi olduğunu hatırlamak ve evrimini görmek de çok öğreticiydi.

Ogilvy'nin öyküsü sadece bir reklamcının değil başarının da hikayesi aynı zamanda. Bu öykülerin ortak noktası ise bana göre;  çok çalışmak, hiç bitmeyen merak, farklı alanlarda edinilen deneyimleri bir potada eritebilme ve tabii ki yetenek.





17 Ağustos 2012 Cuma

Ayfer Tunç'tan Memleket Hikayeleri


Ayfer Tunç yeni kitabını sabırsızlıkla beklediğim yazarlardan. Onunla aynı dönemde yaşadığım ve Türkçe yazdığı  için şanslı kabul ediyorum kendimi. Tevazusunu, sadece işiyle ortada olmasını ve çalışkanlığını beğeniyorum.

Ayrıca çok da şaşırıyorum ona. Farklı tekniklerle, farklı tarzlarda yazabilmesi şaşırtıyor beni. Hem roman, hem hikaye hem de deneme yazıyor ve hepsini (bana göre) iyi yazıyor.



 Ben de genel çoğunluk gibi 'Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek' adlı anı kitabıyla tanıdım onu. 70'li yıllardaki hayatımızı, naif çocukluk ve gençlik anılarımızı yazmıştı. Ağlak bir nostalji kitabı değil, geçmiş albümlere gülümseyerek bakmak gibiydi.



Sonra 'Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi'ni okudum. Bu kitap bence son on yılın en başarılı kitaplarından biri. Hikayelerin ve karakterlerin  birbirine bağlandığı bir sarmal adeta. Her karakter ayrı bir kitap konusu olacak kadar zengin. Ve de çok, çok komik. Hem sürükleyici, hem komik hem de alttan alta tespitlerle dolu bir roman karşımıza çok sık çıkmıyor. Kitapları tekrar tekrar okumak adetim değildir ama 'Deliler Evi'ni tekrar okumak istiyorum.



Ardından Ayfer Tunç 'Yeşil Peri Gecesi'ni yazdı. Eğlencelidir diye bir heves başlayan ben; çarpıldım. Nasıl acıklı bir aşk ve arkadaşlık hikayesi. Şiirli, müthiş bir dil, kopuk kopuk anılardan oluşan çarpıcı bir zincir. Aile dramları, yatılı okullar, güzelliğin zehri, unutulmayan aşklar. Şimdi tekrar düşününce bile kalbim acıdı. Muhakkak okunmalı. Şurada Ömer Türkeş'in kitapla ilgili yazısı var.



Son olarak da 'Memleket Hikayeleri' çıktı. Refik Halit Karay'a hem ismiyle hem içeriğiyle göndermeler yapan bu kitap şimdiye kadar olanlardan farklı. Yarısı deneme, yarısı hikaye. Memleket fikri, aynı memleketli olma, taşra hayatı üstüne hem tespitler hem de hikayeler var. Taşra duygusu, küçük insanların faşizmi, tarihe bakışımız hakkında yazmış.

Bayramda memlekete giderken ya da dayınızı ziyaret ederken hissettiklerimize tercüman olmuş Tunç.

 Diğer kitapları arasında en çok 'Bir Maniniz Yoksa...'ya benziyor.

Şurada Ayfer Tunç'la memleket üzerine yapılmış bir söyleşiyi okuyabilirsiniz.

Şimdi hem Ayfer Tunç'un yeni kitaplarını bekliyorum hem de okumadığım kitapları bitirerek, Tunç külliyatını bitirmeyi hedefliyorum.


13 Ağustos 2012 Pazartesi

Osman Hamdi Bey'in Romanı; Kaplumbağa Terbiyecisi




Bu aralar şansım biyografilerden açıldı. Haftasonu Emre Caner'in yazdığı 'Kamplumbağa Terbiyecisi: Osman Hamdi Bey'in Romanı' nı okudum.

Osman Hamdi Bey son on yılda hayli tanınmış bir isim haline geldi. Kitaba adını veren 'Kamplumbağa Terbiyecisi'nin rekor sayılan bir fiyata satılması Osman Hamdi'nin ismini en çok duyuran faktör oldu. İki versiyonu olan bu meşhur resmin ilk versiyonunu Pera Müzesi'nde görebilirsiniz.


Osman Hamdi Bey ilk Osmanlı ressamlarından biri olmak dışında pek çok ilke daha imza atmış. Günümüzde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi olarak bilinen Sanayi-i Nefise Mektebi'ni kurmuş. İlk Türk arkeologu olarak çalışmış. Nemrut'u dünyaya tanıtmış. Sayda'da kazılar yapmış ve şu anda Arkeoloji Müzesi'nde sergilenen İskender Lahiti başta olmak üzere pek çok önemli eseri bulmuş.

Ayrıca Arkeoloji Müzesi'ni de kurarak Türkiye'ye çok önemli eser kazandırmış.

Hayatı bu kadar çok yönlü olan Osman Hamdi'nin kitabı su gibi akıp gidiyor. Paris'teki öğrencilik yılları, Bağdat'ta Meşrutiyet'in kurucusu Mithat Paşa ile geçen zaman ve ardından İstanbul'daki çalkantılı ama verimli yıllar.

Osman Hamdi Bey'in ailesi de Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye'sine yön veren ailelerden biri.

Osman Hamdi Bey'in babası İbrahim Edhem Bey Sakız Adası'ndan bir Rum. Küçük bir çocukken yetim kalan İbrahim Edhem bir Osmanlı Paşası tarafından evlat edinilip, yetiştiriliyor. Batı'ya eğitime gönderilen ilk dört öğrenciden biri olan İbrahim Edhem Paris'te kuduz aşısının mucidi Pasteur'un sınıf arkadaşı olur. Hatta sınıf birinciliği için Pasteur ile yarışı ve onu geçer.

İstanbul'a döndükten sonra da kalan ömrü boyunca Osmanlı'ya hizmet eder. Sadrazamlık başta olmak üzere pek çok görevde bulunur.






Osman Hamdi de hayatını sanata, arkeolojiye ve Osmanlı'ya adıyor. Çok yönlü bir aydın olan Osman Hamdi yaşadığı topraklara 'medeniyeti' getirmeye çalışıyor. Osmanlı'nın neredeyse can çekiştiği zamanlarda resim, arkeoloji gibi lüks hatta günah görülen kavramları tanıtıyor.

Kitapta Şeker Ahmet Paşa, Mithat Paşa, Ahmet Mithat gibi tarihi karakterleri de tanıyoruz. Abdülaziz ve Abdülhamit yönetimindeki Osmanlı'yı ve geçirdiği zor zamanları okuyoruz. Tüm dünyanın dönüşüm geçirdiği yıllardaki Osmanlı'yı anlamaya çalışıyoruz.

Benim en çok ilgimi çekense bu kitap sayesinde tanıdığım Levanten Mimar Vallaury oldu. Arkeoloji Müzesi mimarı olan Vallaury'nin Pera Palas, Emek Sineması, Karaköy'deki Osmanlı Bankası( Günümüzde Garanti Bankası Salt Müzesi), Düyun-u Umumiye (Günümüzde İstanbul Lisesi), Haydarpaşa'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ( Günümüzde Marmara Tıp Fakültesi) nin de mimarı olduğunu bilmiyordum.

Nefis binalar hepsi de. Bu şehirde ne çok kaybolup gitmiş isim var.  Keşke onların da hayatı yazılsa.

Kaplumbağa Terbiyecisi bir Osmanlı aydınını ve dönemi tanımak için güzel bir eser. Çok rahat okunuyor. İdeal bir tatil kitabı.

7 Ağustos 2012 Salı

Babıali Tanrıları:Simavi Ailesi

Biyografi okumak keyifli bir iş. Hele iyi yazılmış biyografiler tadından yenmez. Hem bir dönemi öğreniyorsunuz hem de kimi zaman kurgudan çok daha şaşırtıcı hayatları takip ediyorsunuz. Resmi tarihin gizlediği sırları ya da tek boyuta indirgenmiş karakterleri öğreniyorsunuz.

Anglosaksonlarda biyografi yazarlığı ayrı bir edebiyat dalı. Otobiyografi ve biyografiler hem çok yazılıyor hem de çok okunuyor. Misal Walter İsaacson'un yazdığı son Steve Jobs biyografisi hem Türkiye'de hem dünyada çok sattı, çok konuşuldu. Gerçekten çok detaylı araştırılmış ve çok akıcı yazılmış bir kitaptı. Jobs'un enteresan kişiliği ve farklı yönleri teknolojiyle hiç ilgisi olmayan kişileri bile çekiyordu.



Türkiye'de de biyografi son dönemlerde ilgi görmeye başladı. Ayşe Kulin 'Füreya' ile geniş kitlelere ulaştı. Faruk Bildirici siyasi kişiliklerin insani boyutlarını ortaya koyan kitaplar yazdı. Murat Bardakçı 'Şahbaba' ve 'Neslişah' ile Osmanlı hanedanının hiç bilinmeyen yönlerini yazdı. İpek Çalışlar 'Latife Hanım' ve 'Halide Edip' ile bu güçlü kadınları resmi tarihin onlara çizdiği kalıplardan çıkarttı.



Son olarak İrem Barutçu'nun yazdığı 'Babıali Tanrıları:Simavi Ailesi'ni okudum. Kitap tek bir kişinin değil, Sedat Simavi'den başlayarak oğulları Haldun ve Erol Simavi ile devam eden bir Simavi ailesinin hikayesi.


Malzeme müthiş. Osmanlı'nın son döneminde gazeteciliğe merak salan Sedat Simavi ile başlayan yayıncılık sevdası onlarca dergi, gazete girişiminden sonra amiral gemisini Hürriyet'in oluşturduğu dev bir yayıncılık grubuna dönüşüyor. Baba Simavi, 69. girişimi olan Hürriyet başarısız olursa intihar etmek için cebinde zehir taşıyacak kadar tutkulu gazeteciliğe.

Onun erken yaşta ölümünün ardından oğulları Haldun ve Erol yönetime geçiyor. İkisi de ilginç karakterler. Erol Simavi gece hayatına ve güzel kadınlara çok meraklı bir erkek. Gönül Yazar'dan çocuk sahibi oluyor, Nükhet Duru ile tutkulu bir aşk yaşıyor.

Hürriyet yenilikçi ve çok satan bir gazete olunca,sahiplerine büyük güç ve itibar getiriyor. Politikacıları, devlet adamlarını yönlendiriyorlar. İki kardeş anlaşamayınca ağabey Haldun Simavi ayrılarak Günaydın gazetesini kuruyor.

Cesur fakat eksik bir kitap

Karakterler, olaylar ve dönem son derece ilginç. Fakat kitap iyi yazılmamış. Yazar İrem Barutçu pek çok önemli kaynağa ulaşamadığını kendisi itiraf ediyor. Hatta bu kitabı yazmaması konusunda üstü kapalı tehditler aldığını da söylüyor. Fakat kaynaklar yetersiz olunca biz olayların aslını öğrenmekte zorlanıyoruz. Kim doğru söylemiş, gerçekten ne olmuş bilinmiyor.

Çok malzeme olunca kimi bölümler çok hızlı geçilmiş, derinliğe inilmemiş. Mesela Simavi kardeşlerin büyük gazeteci olduğunu biliyoruz ama bu hiç bir örnekle anlatılmamış. Hangi haberi nasıl görmüşler, nasıl fark yaratmışlar bilmiyoruz.

Simavi Kadınları; Çiğdem ve Belma Simavi

Kardeşlerin eşleri de enteresan kadınlar. Haldun Simavi'nin ikinci eşi Rahmi Koç'un ilk eşi ve üç oğlunun( Mustafa, Ömer, Ali) annesi Çiğdem Simavi. Kitapta ailevi bilgiler dışında çok detay yok hakkında. Keşke onun hayatı yazılsa. Türkiye'nin değişimine tanıklık etmiş bir kadın olarak hayatı eminim çok ilginçtir. Erol Simavi'nin eşi Belma Simavi ise yıllarca onu başka kadınlarla aldatan Erol Simavi'den ayrılmayan, hatta Gönül Yazar'dan olan kızı Yasemin'i kabullenip, koynunda uyutan bir kadın.

Politikacıları yolcu, gazetecileri hancı olarak gören Simavi kardeşlerin müthiş bir gücü olduğu gerçek. Yıllarca kırmızı pasaportla dolaşan Erol Simavi, Başbakan Turgut Özal'ı azarlayıp Hürriyet gazetesinin satışını yapması durumunda satıştan yüzde on pay vermeyi teklif edecek kadar rahat.

Aile  otellerde, yalılarda, teknelerde geçen şaşaalı hayatın yanında çok büyük acılar da yaşıyor. Haldun ve Erol Simavi birer oğullarını çok genç yaşta, çok talihsiz şekillerde kaybediyor. Bu kayıplar imparatorlukları için sonun başlangıcı da aynı zamanda.

Babıali'ye Asil Nadir başta olmak üzere büyük sermayenin girmesi, Dinç Bilgin'in Sabah'ı kurması, Özal'ın basın üzerindeki baskıları Simavi döneminin sonunu getiriyor.

Önce Haldun, sonra Erol Simavi basın dünyasından çıkıyor. Bir dönem bitiyor, sırlarıyla beraber kapanıyor.

Basın-İktidar ilişkisi her dönem gergin

Kitap, basın-iktidar ilişkisini görmek açısından da enteresan. Fakat o kadar çok açık nokta var ki. Dip notların bir kısmı neden ana kitap içinde değil, anlaşılmıyor.

Kitap, Türk basın tarihini yakından tanımak için iyi niyetli bir girişim. Eminim eksiklerin hepsinin de mantıklı açıklamaları vardır. Ama basit bir kronoloji, Türkiye tarihiyle ilgili açıklamalar, büyük olaylarda Hürriyet'in duruşu gibi eklemelerle kitap daha derli toplu hale getirilebilirdi.

Tüm bu eksiklerine rağmen İrem Barutçu'nun 'Simavi Ailesi' kitabı önemli bir kaynak. Hem okurların, hem gazetecilerin hem de iktidar sahiplerinin yararlanacağı önemli dersler var.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Hakan Günday Çarpıcı ve Akıcı Yazıyor

Hakan Günday adını geçtiğimiz yıl çok duymuştum. Fakat daha klasik yazarlardan okumadığım çok roman varken yeni birilerini okumaya çok heves etmemiştim.

Fakat çok farklı zevklere sahip iki arkadaşım, bir hafta içinde Günday'dan bahsedince denemek farz oldu.



Okuduğum ilk Hakan Günday kitabı 'AZ'dı. Beni neyin beklediği hakkında hiç bir fikrim yoktu ve ilk sayfada hatta ilk üç satırda çarptı beni kitap.

Çok sert, çok hızlı, vahşete varan bir gerçekçilikle yazılmış bir roman 'AZ'. Çok farklı dünyalarda yaşayan iki Derda'nın birleşen hikayesi. Yatılı bölge okullarından, tarikat şeyhlerine, Londra'nın yeraltı barlarından Oğuz Atay'a uzanan  tempolu bir roman.

Çarpıcı ve akıcı bir kitap. Fakat edebi açıdan tam adlandıramadığım bir zayıflığı var. Sanırım bir taraftan çok gerçek,  bir taraftan da çok gerçeküstü olmasından kaynaklanıyor. Hikayenin tümü ve sonu arasında bir tutarsızlık var gibi. Ama yine de genel olarak beğendim.

Filmi yapılsa da çok tutabilir.



Ardından ikinci Günday romanım 'Malafa' geldi. AZ'dan önce 2005'te yazılan Malafa Antalya'daki dev mücevher merkezi Topaz'da geçiyor.

Topaz'ın en iyi tezgahtarlarından Kozan'ın ağzından tezgah atmayı,satmayı ve satın almayı dinliyoruz. Bu arada satış jargonunu da öğreniyoruz. Kendine has ve hayli argo bir dili var bu dünyanın.

 Turizm eleştirisi olarak görülse de esas olarak günümüz tüketim toplumunu anlatıyor Günday. Sadece mücevherlerin değil, insanların kendini sattığı, sürekli tezgahların atıldığı ve taktiklerle yaşanan bir dünyadayız. Tezgahı kurarken tezgaha gelmek de var bu dünyada.

İki roman farklı tekniklerle yazıldığı için Günday'a saygım arttı. Çalışkan, dolu ve kendini yenileyen bir yazar olduğunu düşündüm.

En yakın zamanda diğer kitaplarını da okumak istiyorum.