24 Ocak 2011 Pazartesi

Şah İsmail'in Romanı; İsmail


Reha Çamuroğlu ben dahil bir sürü insanı şaşırtıp AKP milletvekili olmadan önce aslen yazardı. Hem de bence çok başarılı bir yazar.

Çamuroğlu'nun Şah İsmail'in hayatını anlattığı romanı 'İsmail'i daha önce okumuştum. Ama beynim son yıllarda süngere döndüğü için iyi bir roman olduğu dışında bir şey hatırlamıyordum. Geçen gün 9.90'lık özel cep baskısını görünce aldım ve tekrar okudum.

İsmail adından da anlaşılacağı gibi ana karakteri Şah İsmail olan bir roman. Benim şimdiye kadar okuduğum romanlarda tarih hep Osmanlılar açısından anlatıldığı için bu romanda farklı bir açı buldum.

Şah İsmail gerçekten çok özel bir karakter. Dedesi ve babasından kalan şeyhlik payesini şahlığa çıkartan, mütevazi bir tekkeyi Safevi İmparatorluğu'na dönüştüren biri. Ve bunu 12 yaşından itibaren yapmaya başlıyor. Roman güç ve iktidarın İsmail'i ve Safevileri dönüştürmesini de anlatıyor. Dünyada zulmü bitirmek için yola çıkan İsmail güçlenince zulüm uygulayan birine dönüşüyor. Kendi annesini öldürten, Teke'den Şah'a gelmek için ayaklanan ve Osmanlı ile savaşan Şahkulu'nu ortadan kaldıran bir hükümdar oluyor.

Romanın içinden en az üç roman çıkar diye düşünüyorum. Özellikle Çaldıran yenilgisi sonrası İsmail'in yaşadıği travma ve İsmail'den daha çok Hatayi mahlaslı şair yanının öne çıkması bence kesinlikle daha detaylı incelenmeli.

Hatayi; Felsefesi Adında Saklı

Bu arada kitapta İsmail'in Hatayi mahlasıyla yazdığı pek çok şiire yer veriliyor. Ben çoğunu anlamadım. Keşke asıllarının yanında günümüz Türkçesine  çevrilmiş hallerini de verselermiş. Bir de tabii tarikat meseleleri ve dini tartışmaları da tam hakkını vererek okuyamadım. Anlatılan mesellerin üç farklı boyutunu anlamak için bu meseleler hakkında daha çok bilgi sahibi olmak ve üzerine düşünmek gerekiyor. Keşke okuldaki din derslerinde bu tip tartışmalar yapabilseydik.

Bir de minik not: Bizim Yavuz Sultan Selim'in resmi olarak bildiğimiz kulağı küpeli, burma bıyıklı resim aslen Şah İsmail'inmiş. Düşmanlar birbirinin suretinde varolmuş!

23 Ocak 2011 Pazar

İstanbul'da Turist Olmak

Çalıştığım şirkette doğumgünlerinde bir gün ekstra izin veriyorlar. Ben de iznimi ne zamandır yapmak istediğim şeyleri yapmak için bir fırsat olarak kullandım.

Şükrü de izin aldı ve ikimiz başbaşa İstanbul’da turist olarak bir gün geçirdik. Herkese tavsiye ederim.


Dakika Bir; Ayağımı Burktum

 
Tabii ki gün tam planlanan şekilde başlayamadı. Bizim onu bırakıp dışarı gideceğimizi anlayan Zeynep arıza çıkardı. Aysel onu giydirip, bizimle beraber aşağıya indi. Onlar arka bahçeye doğru giderken, ben de çaktırmadan kaçmaya çalışıyordum ki; ayağımı burktum. Resmen gözümün önünde yıldızlar uçuştu acıdan. Ama kendimi gezmeye öyle bir şartlamıştım ki; ayağım burkulmuş halde plana devam ettik.

İlk olarak Kadıköy Beyaz Fırın’da kahvaltı edip, vapurla Eminönü’ye geçtik. Oradan da tramvayla Beyazıt’a geldik. Ve günün ilk durağı Süleymaniye Cami’ne geldik. Süleymaniye’yi restorasyon nedeniyle bir türlü görememiştim. Hem çok sade hem de çok görkemli bir cami. Özellikle Haliç’in karşı yakasından adeta bir dağ gibi görünüyor. Zaten bir hikayeye göre Sinan Kayseri Ağırnas’taki çocukluğu boyunca karşısındaki Erciyes Dağı’nı seyretmiş ve çok etkilenmiş. Süleymaniye Cami’ni yaparken de Erciyes gibi ulu bir dağ silueti yaratmak istemiş.

Bu arada millet ayaklanmadan tekrar hatırlatayım. Mimar Sinan bir devşirme. Kayseri Ağırnas’lı bir Rum genci iken Osmanlı ordusuna katılmak için yeniçeriler tarafından devşiriliyor. Hristiyan doğan Sinan Osmanlı’nın en görkemli yapılarına imza atıyor.

Süleymaniye Cami ve külliyesi çok etkileyici. Fakat cami içindeki plastik güvenlik klübeleri, külliye içindeki derme-çatma çay bahçeleri ortama hiç yakışmıyor.


Kapalıçarşı Kapalıkutu


Sülaymaniye’den sonra Kapalıçarşı’ya geldik. Kapalıçarşı beni her defasında renkleri ve sesleriyle beni etkileyen bir yer. Kaybolmadan gezmek mümkün değil. İnsana gerçekten coşku veriyor. Mısır Çarşısı üzerinden Galata Köprüsü’ne ulaştık. Köprüyü yürüyerek geçtikten sonra Galata Kulesi’nin oraya çıktık. Kulenin çevresi çok hareketlenmiş. Birbirinden renki dükkanlar var.

Öğle yemeğini ne zamandır gitmek istediğimiz Kivahan’da yedik. Burası Anadolu’nun farklı yörelerinden yemekler sunan bir mekan. İçki servisi de var. Yediğimiz her şey çok başarılıydı.

Ardından arkadaşımın Laundromat isimli tasarım dükkanına uğradık. Nefis sadelikte kıyafetler vardı.

Akşam için de Borusan Filarmoni Orkestrası’nın çocuklar için olan konserine gittik. Memet Ali Alabora parçaları oynayarak anlattı. Orkestra da adım adım çaldı. Kuzey daha çok yanındaki arkadaşının Iphone’da oynadığı oyunla ilgilense de Şükrü ve benim için ilginç bir deneyimdi.

18 Ocak 2011 Salı

Osmanlı Tarihi Hakkında Atıp Tutmadan Önce Okunması Gerekenler 1


Biliyorum Osmanlı tarihi üzerine okunacak kitap listesi hazırlamak benim haddime değil. Ülkemizde nice tarihçiler, bu konuda yıllarca çalışmış bilim adamları var. Ama 'Muhteşem Yüzyıl'la beraber ortalığa saçılan cahilliğe ve özellikle internet sitelerindeki yorumlara bakınca bazı kitaplar önermenin faydalı olabileceğini düşündüm.

Tarihi roman okumayı hep sevdim. Dedemin Feridun Fazıl Tülbentçi romanları ilk okuduğum tarihi romanlar oldu. Ardından Reşat Ekrem Koçu'nunkiler geldi. Üniversite çağıyla beraber akademik tarih kitaplarını okumaya başladım. Şimdi hem akademik kitaplar hem de romanlarla ortaya karışık okuma yapıyorum.

Burada da ortaya karışık bir liste ile ilerleyeceğim.

İlk kitabımız Necdet Sakaoğlu'nun 'Bu Mülkün Sultanları'. Bu kitap Osmanlı Tarihi üzerine benim en önemli referans kitaplarımdan. Kitapta Osman Gazi'den Vahdettin'e kadar tüm Osmanlı padişahlarının hayat hikayeleri anlatılıyor. Son derece anlaşılır bir dille biyografileri, savaşçı ve sanatçı yanları, özel hayatlarını okuyoruz. Ben ne zaman bir tarihi roman okusam dönüp bir de bu kitaptan okuduklarımı kontrol ediyorum.

Sakaoğlu titiz bir tarihçi olarak yazdıklarını belgelere dayandırıyor, şoven bir anlayıştan uzak durup nesnel değerlendirmeler yapıyor. Önsözünde de yazdığı gibi 36 padişahın hem iyi hem kötü yanlarına yer veriyor.

Sakaoğlu bu kitabın devamı niteliğinde 'Bu Mülkün Kadın Sultanları'nı yazdı. Ben onu okumadığım için yorum yapamıyorum. Bu kitapta da Valide Sultanlar, Hatunlar,Hasekiler anlatılıyor.

Sakaoğlu ayrıca NTV Tarih dergisinde de yazıyor. Oradaki yazılarını da çok faydalı buluyorum.

16 Ocak 2011 Pazar

Milenyum Üçlemesi'ni Bitirdim



İsveçli gazeteci-yazar Stieg Larsson'un Milenyum üçlemesi tüm dünyayı etkisi altına aldı biliyorsunuz. Ben de serinin üçüncü ve son kitabı The Girl Who Kicked the Hornet's Nest'i haftasonu bitirdim. Sanırım kitabın ismi 'Arı Kovanına Çomak Sokan Kız' olarak çevrilebilir.

Ve sonuç; ne yazık ki hayalkırıklığı. İlk iki kitap nasıl sürükleyici, şaşırtıcı ise son kitap da o kadar sıkıcı ve durağan. Lisbeth Salander'i biraz daha yakından tanıyoruz ama o kadar.Tabii bir de İsveçlilerin seks hayatlarının renkliliğine vakıf oluyoruz.

Sürekli aynı hikayelerin anlatıldığı, resmen dolgu malzemesi sayfalar....Bence yazar ölmeseydi  kesin devamını getirecekti çünkü arada havada kalan pek çok konu var.

Üçlemenin ilk iki kitabını okuyanlar bunu da okumak isteyeceklerdir ama uyarmadı demeyin. Boşa zaman kaybı!

Bu arada minik bir dedikodu. Dördüncü kitabın yazarın sevgilisinde olduğu söyleniyor. Ama evli olmadıkları için yayın hakları onda değil, yazarın ailesindeymiş. Telif meselesi halledilirse, dördüncü kitap da basılabilir diye bir efsane var.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Muhteşem Yüzyıl'dan Beteri Var



Milletimizin kitap okumadığını bir kere daha gördük. Showtv'nin Muhteşem Süleyman dizisi özellikle muhafazakar çevrelerde büyük tepki yarattı. İlk bölüm bile yayınlanmadan sadece fragmanı izleyerek ayaklananlar birinci bölümün ardından iyice galeyana geldiler.

Diziye karşı çıkanların argümanlarını hiç tartışmayacağım. Benim diziye karşı tek eleştirim Kanuni Sultan Süleyman olarak Halit Ergenç'in seçilmesi. Onu Osmanlı İmparatoru olarak değil, Binyapı Holding Yönetim Kurulu Başkanı olarak görüyorum nedense.

Diziye verilen tepkilerin çokluğu Türkiye'de kitlelerin hiç kitap okumadığını bir kere daha anlamamı sağladı. Türkiye'de son on yıldır en popüler roman türü tarihi romanlar. Özellikle Osmanlı ve Harem'le ilgili romanlar çok satıyor. Solmaz Kamuran'ın Kiraze'si başlayan Osmanlı temalı romanlar giderek artıyor. Romanlar dışında bu konu ile ilgili akademik ve yarı akademik Türk ve yabancı eserler birbiri ardına yayınlanıyor. Ve inanmazsınız ama bu kitaplarda padişahlar içki içiyor, sevişiyor hatta ağlıyor.

Çok satan tarihi romanlarda dizide gösterilenlerden çok daha fazlası varken kimse ayaklanmıyor çünkü kimse okumuyor. Aman, bu yazıyı da kimse hedef gösterme olarak kabul etmesin lütfen.

Muhafazakarlar Son Hazaryalı'yı okumasın
Hazır gündem Kanuni iken onunla ilgili yazılmış en ilginç kitaplardan birinden bahsetmek istiyorum. Cahit Ülkü'nün 'Son Hazaryalı' adlı romanı son derece enteresan bir konuya sahip. Hazaryalı olarak bilinen millet tarihte Hazar bölgesinde yaşayan Yahudi Türkler. Arthur Koestler adlı bir yazar Hazaryalıların zaman içinde Orta Avrupa'ya göç ettiklerini ve Hitler'in Yahudi Soykırımı'yla aslen Türk olan bu Yahudileri öldürdüğünü savunuyor.

Koestler'in bu tezinden yola çıkan Cahit Ülkü Kanuni'nin Hürrem'den olan oğlu Sarı Selim'in babasına ve atalarına hiç benzemediğinin altını çiziyor. Hürrem'in Hazaryalı olduğu tezinden yola çıkarak farklı bir Osmanlı tarihi ortaya koyuyor.

Tezi benimsememe rağmen Son Hazaryalı tarihsel bir fantezi olarak ilgimi çekmişti. Sanırım roman benim ve bir avuç tarih meraklısının dışında kimsenin ilgisin, çekmemiş. Yoksa mazallah olacakları düşünmek bile istemiyorum.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Kuduz Maceramız Devam Ediyor

Biliyorsunuz Zeynep'in kedi sevdası nedeniyle bir kuduz aşısı macerası geçirdik. Büfenin kedisi Zeynep'i tırmaladı.Üç defa gidip aşı olduk ve kedinin kudurmadığını takip ettik.
Aşıların tamamlanmasında on gün sonra tekrar hastaneye gidip her şeyin yolunda olduğuna dair bilgi vermemiz gerekiyordu. Ama tabii biz Türk olduğumuz için gitmedik.
Dün hastaneden arayıp, onlara uğramamız gerektiğini söylemişler. Yoksa polise haber vereceklermiş! Eminim bir kaç güne eve polis gelecek. Hizbullahçı katiller serbest bırakılırken, afacan Zeynep, ben ve kediye karakol yolları gözükebilir. Takipte kalın!

2 Ocak 2011 Pazar

Ateşle Oynayan Kız'ı Okudum


İsveçli yazar Stieg Larsson'un çok satan Milennium serisini okumaya devam ediyorum. Bu seriyi ilk olarak gazete ilanlarında 'Best-seller ' olarak görmüştüm ve mesafeli yaklaşmıştım. Sonra tesadüfen ilk romanın filmini 'Ejderha Dövmeli Kız' ı seyrettim ve çok beğendim. Filmi güzelse, kitabı daha da güzeldir diyerek seriye kitaplardan devam ettim ve ' The Girl Who Played with Fire' ı okudum.

Lisbeth Salander müthiş bir karakter

Kitapla ilgili spoiler olabilecek bir şey yazmamak için hikayeyle ilgili detay vermeyeceğim. İkinci kitapta Lisbeth Salander'in geçmişiyle ilgili pek çok şey öğreniyoruz. Onun kişilik bozukluğu gibi görünen özelliklerinin nedenlerini görüyoruz. Lisbeth Salander benim son dönem romanlarında rastladığım en ilginç karakterlerden biri. Hem fiziksel olarak hem de zeka olarak çok farklı. Kimseyle yakınlık kurmuyor, kurmak istemiyor. Otoritenin  çocukluğundan itibaren kendisine yaşattığı sorunlardan ötürü otoriteye tamamen karşı. Kendisine özgü bir adalet anlayışı var.

Bu kitapta; gazeteci kahramanımız Mikael Blomkvist'in dergisine İsveç'e yaşı küçük fahişe getirilmesiyle ile ilgili bir makale hazırlayan gazeteci ve kız arkadaşı öldürülüyor. Aynı sırada Salander'den sorumlu avukat Bjurman da öldürülüyor. Gazeteciyi öldüren silahın üstünde Salander'in parmak izi bulununca Lisbeth Salander için sürek avı başlıyor. Salander'in masum olduğunu düşünen Blomkvist ise onun suçsuzluğunu ispatlamak için kendi soruşturmasını başlatıyor. Kitap ilki gibi çok sürükleyici. Ben çocuklardan dolayı yayarak okumak zorunda kaldım ama gerçekten elinizden bırakmanız mümkün değil. ayrıca kitapta çok kısa yer de verilse Diyarbakır doğumlu bir Kürt karakter de var.

Fakat serinin ikinci kitabı bir sonuca ulaşmıyor. Ben de hemen Kobo'dan serinin son kitabı olan 'The Girl Who Kicked the Hornets' Nest'i 'aldım. Bakalım ne olacak?

Başarısını göremeyen yazar

Bu arada bence yazarın hikayesi de kitap kadar ilginç. Stieg Larsson kahramanı gibi bir gazeteci imiş. Üçlemesini pek çok yayıncıya göndermiş ve reddedilmiş. En sonunda bir yayıncı bulduğunda ise kitaplarının basıldığını göremeden aniden ölmüş. Kitaplarının tüm dünyada best-seller olduğunu görememiş.